*** SEYYAH-I FAKİR * TÜRBEci BABA*** OĞUZ SOYU-ÜÇOKLAR KOLU-GÖKHAN BOYUNUN TÜRKÇÜ TURANCI TÜRKMEN ÇEPNİ AYVAZ OTAĞI (Âlem de ŞER Oğuz'da ER tükenmez.!)
  (38) ŞEHİTLİKLER VE TÜRBELER: MEHMED MUHYİDDİN HZ.ÜFTADE, OSMAN GAZİ TÜRBESİ VE ORHAN GAZİ TÜRBESİ - BURSA
 
ŞEHİTLİKLER VE TÜRBELER: MEHMED MUHYİDDİN HZ.ÜFTADE, OSMAN GAZİ TÜRBESİ VE ORHAN GAZİ TÜRBESİ  -  BURSA

30-09-2017'de Arkadaşlarımız dan Numan SARI ve Osman GEDİKLİ ile birlikte ziyaret ettik..

MEHMED MUHYİDDİN HZ. ÜFTADE







OSMAN GAZİ VE ORHAN GAZİ TÜRBELERİ








OSMAN GAZİ

Osmanoğulları, Orta Asya’dan göç edip Anadolu’ya geçen Oğuz Türkleri’nin Kayı aşiretindendir. Osman Gâzî, Ertuğrul Gâzî’nin üç oğlundan biridir. Lakabı “Fahruddîn”dir.

Rivâyetlere nazaran, daha O doğmadan evvel, yapacağı büyük işler babası Ertuğrul Gâzî’ye mânen bildirilmişti. Nitekim kendisine lutfedilen yüksek kabiliyet ve idâredeki dirâyetinden dolayı, babasının vefâtını müteâkib, diğer bütün beyler, en küçük evlât olmasına rağmen O’nu ittifakla aşîretin reîsi olarak tanıdılar.

Böylece ittifâkla beyliğin başına geçen Osman Gâzî, babasından kalan 4800 km arâzîyi 16.000 km’ye çıkarmıştır. İlk sikke, onun zamanında bastırılmıştır.

OSMAN GAZİ’NİN RÜYASI

Babası Ertuğrul Gâzî, hayatı boyunca hocası ve mürşidi Şeyh Edebali Hazretlerini kendine rehber edinmiş, O’nun mânevî terbiyesi ile kemâl sahibi bir aşiret reîsi olmuştu. Bu sebeple oğlunun da O’nun terbiyesi altında yetişmesini çok arzu ediyordu. Osman Gâzî de sık sık Edebali Hazretlerini ziyaret ediyor, duâsını alıyordu.

Şeyh Edebali’nin evinde misâfir kaldığı bir gece Osman Bey, rûhuna sükûnet veren, nefsinin çırpınışlarını dindiren sohbetin huzûru içinde heyecan dolu anlar yaşamıştı. Bir rivâyette, kendisine yatması için gösterilen odanın duvarında asılı bir Kur’ân-ı Kerîm olduğu için ayağını uzatmayıp, kıvrılarak oturduğu yerde tatlı bir uykuya daldı. Rü’yâsında, Şeyh Edebali’nin göğsünden çıkan ve giderek hilâl şeklini alan Ay’ın, bir ucunun kendi göğsüne girdiğini ve kendisi ile Şeyh Edebali Hazretleri arasından çıkan bir fidanın çınar haline geldiğini ve bu çınarın dallarının üç kıt’aya yayıldığını ve birçok milleti gölgesi altına aldığını gördü. Bu topraklarda haşmetli kule ve kubbeler üzerinde Ezân-ı Muhammedî okunuyor; bülbüller Kur’ân-ı Kerîm tilâvet ediyorlardı. Semânın görülebilen her yeri gülşen olmuştu.

Osman Bey, rü’yâsında bu güzel manzaraları büyük bir hayrânlıkla seyrederken, âniden bir ceylanın ortaya çıktığını gördü. Batıya doğru kaçmaya çalışan ceylâna ok atmak üzere nişan alırken uyandı.

ŞEYH EDEBALİ HAZRETLERİNİN RÜYA TABİRİ

Abdest aldı. Müsâade alarak Edebali’nin huzûruna girdi. Rü’yâsını anlatmağa başladı. Anlattıkça şeyhin yüzünde tatlı tebessümler beliriyor, gözleri, nûrânî bir ışık ile parlıyordu. Zîrâ Edebali, kalb gözüyle bu rü’yânın sırrını çözmüştü. Osman Bey susunca, Şeyh, başını kaldırdı; gözlerinin içine bakarak yumuşak, âhenkli sesi ile konuşmağa başladı:

“–Oğlum! Gâibi ancak Allâh bilir. Lâkin gördüğün bu rü’yâda dolu dolu hayır vardır. Cenâb-ı Hakk sana ve soyuna saltanat nasîb edecektir. Dünyâ, oğullarının himâyesine girecektir. Benim zürriyetimden bir kız ile evleneceksin. Bu izdivaçtan doğanlar, senin kuracağın ve giderek büyüyecek olan büyük bir devletin başına geçeceklerdir. Bu devlet de Batı’ya doğru genişleyecektir…”

OSMAN GAZİ’NİN EVLİLİĞİ

Şeyh Edebali’nin tâbir ettiği rü’yânın üzerinden uzun bir zaman geçmeden Osman Bey, Şeyh’in kızı Mal Hatun ile evlendi. Bu izdivaç, iktisâdî kuvveti ve fütüvvet erbabını Osman Gâzî’nin etrafına topladı. Altıyüz küsûr sene dünyâyı hidâyet ve i’lâ-yı kelîmetullâh (Allâh’ın dînini yüceltmek) cehdiyle nûrlandıracak nizâm-ı âlemi sağlayacak devletin, maddî temeli atılmış oldu.

Diğer taraftan zamanının bütün mânevî ricâli de, Osman Gâzî ve sülâlesinin liderliğinde ittifak ettiler. Husûsiyle Edebali Hazretleri, Hacı Bektaş-ı Velî ve Ahî Evrân, bunu çok arzu etmişler ve Cenâb-ı Hakk’a niyazda bulunmuşlardır.

Bu arzu ve niyazların sebebi, daha evvel verilen birtakım mânevî işâretlerdi. Nitekim Ahmed Cevdet Paşa’nın naklettiği vechile Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri, Osmanlı Devleti kurulmadan yetmiş sene önce onun müjdesini vermişti. O, bunu ilm-i cifir ile Kur’ân-ı Kerîm’deki âyetlerden istinbât etmiş ve üstelik eserinin ismini henüz Osmanlı beyliği bile ortada yok iken “ed-Dâiratü’n-Nu’mâniyye fi’d-Devleti’l-Osmâniyye” (Osmanlı Devleti’nde Soy Dâiresi) koymuştur. Ayrıca bu eserde Osmanoğulları’ndan birinci halîfenin Yavuz Sultan Selîm Han olacağı v.s. birtakım hâdiseler de yer almaktadır.

İşte bu ve benzeri ulvî müjdelerle Osmanlı’nın açtığı bayrak, büyük evliyâullâhın mânevî kanatlarının gölgesinde yükseldi. Moğolların binbir zulümle dolu kasıp kavuran istilâsı neticesinde bunalan Anadolu’nun mü’min insanı, Allâh dostu olan gönül insanlarının kanatları altına koşarak huzûra erdi; canlandı ve dirildi. Aksi halde bütün bir Anadolu, mânevî kimliğini yitirmek tehlikesi ile karşı karşıya gelmişti. Çünkü puta tapıcı bir kavim olan Moğollar’ın, İslâm’ın en kuvvetli ordularını yene yene batıya ilerleyişi, Anadolu halkını, elemli, kederli, hattâ ümidsiz kılmıştı. Öyle ki, büyük bir bıkkınlıkla yavaş yavaş özünden kopma emâreleri başgöstermiş ve Moğol âdetleri, gelenekleri ve yaşayışları moda hâline gelmeye başlamıştı. İşte Osmanlı, bu elîm vaziyete Edebali silsilesi ile gönül gönüle vererek “dur” diyebilmiş ve o âna kadar vâkî mağlûbiyetlerin hakdan inhirâfın bir neticesi veya imtihan olduğunun tecrübe ve idrâki içinde olmuştur. Teb’asına, Cenâb-ı Hakk’ın te’yîdine mazhar olan mü’minlerin, tekrar mansûr ve muzaffer olacağını îlân ve telkîn etmiştir.

SELÇUKLU DEVLETİ’NE SADIK KALDI

Osmanlı’nın Anadolu beylikleri arasındaki faydasız boş çekişmelere karışmayıp batıya doğru fetih rûhuyle ilerleyip cihâd üzre olması, bu îlân ve telkîndeki samîmiyeti sergilediğinden Osman Gâzî’nin etrafında sarsılmaz bir tevhîd hâlesi oluşturdu. İ’lâ-yı kelimetullâh gâyesinin kendisi için İslâm’ın bir emri olduğu şuûrunda olan herkes, O’nun açtığı mukaddes bayrağın altına koştu. O sıralarda Moğol istîlâsı ile dağılmış bulunan Selçuklu’nun ulemâ ve ümerâsı da Osman Gâzî’nin yanına gelmiş ve kendisine bey’at etmişlerdir. Bunda son Selçuklu sultanının Osman Gâzî’ye olan teveccühü de, rol oynamıştır. O, Osman Gâzî’ye:

“–Oğul Osman Gâzî! Sende seâdet nişanları çoktur. Sana ve nesline âlemde mukâbil yoktur. Benim duâm, Allâh’ın inâyeti, Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in mûcizâtı ve evliyânın himmeti seninledir.” iltifâtını yapmış ve i’lâ-yı kelimetullâh yolundaki muvaffakıyet ve gayretleri dolayısıyla O’na tuğ, alem, kılıç ve bir de ferman göndermişti.

Bunun içindir ki, Osman Gâzî, Selçuklular’a, onlar tamamen târih sahnesinden çekilene kadar bağlı kalmış ve hukûken bizzat Selçuklu sultanı tarafından müstakil hâle getirilmesine rağmen böyle bir hareket içine girmemiştir. Bütün bunlar da göstermektedir ki, Osmanlı, Selçuklu devletinin vâris-i tabîisi olmuştur.

OSMANLI DEVLETİ NE ZAMAN KURULDU?

Osman Gâzî devrinin dikkat çeken en mühim husûsu, O’nun, devletin temelini mânevî ve kalıcı esaslar üzerine kurmuş olmasıdır. O’nun çevresinde Edebali Hazretleri, Şeyh Mahmûd, Dursun Fakîh, Kâsım Karahisârî, Şeyh Muhlis Karamânî, Âşık Paşa, Elvan Çelebi gibi ilim, îmân ve irfân sahibi has kimseler mevcûddu. Devlet yapısında mâneviyatın o kadar ehemmiyeti vardı ki, Osman Gâzî’nin Beyliği, Karacahisar fethinden sonra Dursun Fakîh’in Cum’a namazındaki hutbesiyle tasdîk olunmuştu.

Birçok rivâyete göre Edebali Hazretleri, “Evlâd-ı Resûl”dendir. Osmanoğulları, anne tarafından böyle bir şeref ve şâna da nâil olmuşlardır. Böylece silsile ile anne tarafından Resûlullâh’a -sallâllâhü aleyhi ve sellem- vâsıl olmuşlardır.

ERTUĞRUL GAZİ’NİN VASİYETİ

Ertuğrul Gâzî, Allâh dostlarına ihtimâm husûsunda oğlu Osman Gâzî’ye ve O’nun şahsında bütün haleflerinin rûhlarına yön verecek olan şu kıymetli vasiyette bulunmuştur:

“Bak Oğul!
Beni incit, Şeyh Edebali’yi incitme!
O, bizim aşîretimizin mâneviyyât güneşidir. Terâzîsi dirhem şaşmaz!
Bana karşı gel, O’na karşı gelme! Bana karşı gelirsen üzülür, incinirim; O’na karşı gelirsen gözlerim sana bakmaz olur, baksa da görmez olur!
Sözümüz Edebali için değil, senceğiz içindir! Bu dediklerimi vasıyetim say!..”

Edebali Hazretleri, çok hareketli bir genç olan Osman Gâzî’yi terbiye ve tasarrufu altına almış, O’na mârifetullâhın (Allâh’ı tanıyabilmenin) zevkini tattırmış, O’nu güzel ahlâk, diğergâmlık, ağırbaşlılık ve olgunluğa kavuşturmuştur. Böylece O’nu cihan-şümûl bir devletin başkanlığına hazırlamıştır.

OSMANLI DEVLETİ’NİN MİMARI

Osmanlı Devleti’nin asıl mîmârı Şeyh Edebali Hazretleri’dir. Diğer beyliklerde bir Şeyh Edebali olmadığı için erimeler olurken Osmanlı Beyliği, kısa zamanda devlete, devletten de cihân hâkimiyetine yükselmiştir. Osmanlı, dünyâyı altı asır İslâm’la tanıştırmış, adâletin ve hakkın tevzîinde bulunmuş ve hakkın terâzîsi olmuştur.

ŞEYH EDEBALİ HAZRETLERİNİN OSMAN GAZİ’YE NASİHATİ

Şeyh Edebali Hazretlerinin, Osman Gâzî’yi ve O’nun şahsında gelecek olan devlet adamlarını istikâmetlendirecek tavsiyelerinden bir kısmı şöyledir:

“Ey Oğul!

Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana… Güceniklik bize; gönül almak sana… Suçlamak bize; katlanmak sana… Âcizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana… Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adâlet sana… Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana…”

“Ey Oğul!

Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana.. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana…”

“Ey Oğul!

Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı.. Allâh Teâlâ yardımcın olsun. Beyliğini mübârek kılsın. Hakk yoluna yararlı etsin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalb versin.”

“Sen ve arkadaşlarınız kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, fikir ve duâlarla bize va’d edilenin önünü açmalıyız. Tıkanıklığı temizlemeliyiz.”

“Oğul!

Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelâmlısın.. Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen, sabah rüzgârlarında savrulur gidersin.. Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlûb eder. Bunun için dâimâ sabırlı, sebâtkâr ve irâdene sahip olasın!..”

“Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir.”

“Milletin, kendi irfânı içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfândır.”

“Oğul!

İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezânında ölürler.”

“Dünyâ, senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazîlet ve adâletinle gün ışığına çıkacaktır.”

“Ananı ve atanı say! Bil ki bereket, büyüklerle beraberdir.”

“Bu dünyâda inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin.”

“Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin, deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir…”

“Şu üç kişiye; yâni câhiller arasındaki âlime, zenginken fakîr düşene ve hatırlı iken itibarını kaybedene acı!..”

“Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyyette değildir.”

“Haklı olduğun mücâdeleden korkma! Bilesin ki, atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli (korkusuz, pervâsız, kahraman, gözüpek) derler.”

“En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir.”

“Ülke, idâre edenin, oğulları ve kardeşleriyle bölüştüğü ortak malı değildir. Ülke sâdece idâre edene âiddir. Ölünce, yerine kim geçerse, ülkenin idâresi onun olur. Vaktiyle yanılan atalarımız, sağlıklarında devletlerini oğulları ve kardeşleri arasında bölüştürdüler. Bunun içindir ki, yaşayamadılar, yaşatamadılar..” (Bu nasîhat Osmanlı’yı 600 sene yaşatmıştır.)

“İnsan bir kere oturdu mu, yerinden kolay kolay kalkamaz. Kişi kıpırdamayınca uyuşur. Uyuşunca lâflamaya başlar, lâf dedikoduya dönüşür. Dedikodu başlayınca da gayri iflâh etmez. Dost, düşman olur; düşman, canavar kesilir…”

“Akacak kan boş yere akmamalı. Ona yol ve yön lâzım.. Zîrâ kan, toprak sulamak için akmaz.”

“Kişinin gücü, günün birinde tükenir, ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur.”

“Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil, bırakmayanın ardından ağlamalı… Bırakanın da bıraktığı yerden devam etmeli.”

“Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir. Fakat bu kalkıp-iniş yaşatmak için olmalıdır. Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinâyettir. Bey memleketten öte değildir. Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz.”

“Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü, zaman yok, süre az!..”

“Yalnızlık, korkanadır. Toprağın ekim zamanını bilen çiftçi, başkasına danışmaz. Yalnız başına kalsa da… Yeter ki, toprağın tavda olduğunu bilebilsin.”

“Sevgi dâvânın esâsı olmalıdır. Sevmek ise, sessizlikliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez!.”

“Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez. Osman! Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın. Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın…”

DEVLETİ TEHDİT EDEN GÜÇLER

İşte bu kıymet hükümleriyle Edebali Hazretleri, Osman Bey’i hamur gibi yoğuruyordu. Yoğurması da gerekiyordu. Çünkü Osman Bey, zor durumdaydı.. Her yönden gelip kendine iltihâk eden beylikleri mi birlik içinde tutsun; dengeyi mi bozmasın; Bizans’ı mı kollasın, Germiyan’ı mı?.. Moğol’u mu gözetsin; tekfurlarla mı savaşsın?

OSMAN BEY’İN MANEVİ REHBERİ

İşte Edebali Hazretleri, bütün bu ve benzeri ehemmiyetli mevzûlarda Osman Bey’e bir mânevî rehber oluyor ve kendisinin yürüyeceği yolları erişilmez takvânın feyizleriyle donatıyordu.

Bu yüksek mânevî terbiye ile, gerek Osman Gâzî, gerekse teb’ası, İslâm ahlâkını en mükemmel bir sûrette hayata ve tatbîkâta intikâl ettirerek sâlih bir topluluk hâline geldiler. Az sayıdaki aşîret gücü ile Bizans Ordusu’nu ve tekfurları üst üste mağlûb ederek cihan-şümûl bir sultanlık kurdular. Dörtyüz çadırla başlayan bu aşîret, mânevî terbiye bereketi ile büyük bir ihsân ve ikrâm-ı ilâhîye mazhar oldu. Uzun müddet, babadan oğula dehâlar silsilesi devam etti. Dünyâ, onlarla seâdet ve adâletin kâ’bına varılmaz sayısız tezâhürlerine şâhit oldu. Her gittikleri yerde bir nizâm-ı âlem ve muvâzene unsuru oldular.

Bu büyük oluşa vücûd veren Osman Gâzî, hiç şüphesiz ki târihimizin en dikkate şâyân bir şahsiyeti olma şerefiyle mücehhez bulunmaktadır. Bunun içindir ki dünyânın en büyük devletinin ismi, O’nun adına nisbet edilmiştir.

OSMAN GAZİ NASIL BİRİYDİ?

İyi bir dînî ve mânevî terbiye alan Osman Gâzî Hazretleri, gâyet dindar, sâlih bir bey idi. Âhirete meyli ziyâdeydi. Dînen yasak olan şeylerden son derece kaçınırdı. Bütün gâyesi, “fî sebîlillâh” cihâda mâtûfdu. Tatlı sözlü, halîm bir zât olup müddet-i ömründe bir kere gazab etmediği rivâyet edilir. Bunun yanında teşebbüs ve iktidar sahibi olarak hüsn-i idâresinde son derece kâbiliyetliydi. Tahakküm tanımaz bir yiğit gâzîydi.

O’nun hakkında aşağıdaki ifâdeleriyle hıristiyan târihçiler dahî, ilmin haysiyetine riâyet ederek hakîkati fedâ etmeyip hakkı teslîm etmek mecbûriyetinde kalmışlardır.

Târihçi Hammer der ki:

“O’nun bıraktığı devlette teşkilat ve esas temeller o kadar kuvvetliydi ki, Osmanlı, kısa bir müddet sonra dünyânın en büyük devleti oldu. Farz-ı muhâl O’nun devrindeki insanlara: «Bu gâzînin torunları, karşısına çıkan birçok güçlü devletleri mağlûb ederek Avrupa’yı dize getirecek ve şu harita bölgelerine hâkim olacak!» deselerdi, bunları işiten herkes: «Bu bir hayâldir; boş bir masaldır!» derdi. Fakat o namdar Gâzî ile etrafı, bilhassa tasavvuf erbabı ve ulemâ, buna cân ü gönülden inanıyor ve bu büyük zuhûr için yorulup dinlenmeden gayret sarfediyorlardı.”

Gerçekten Osman Gâzî ve yiğitleri, at sırtından inmediler; gece gündüz akından akına koştular. Hızla geliştiler, büyüdüler ve çoğaldılar. Bizans için korkulu bir rü’yâ oldular. İslâm’ın gür sesini cihâna yaymak yolunda yediden yetmişe savaştılar. Küffâr, artık kalelerinden dışarı çıkamaz oldu.

Lamartin şöyle der:

“Osman Gâzî’nin tabiî istîdâdı sâde, doğru ve âdilâne idi. Akıl ve zekâsını Allâh’ın birliğine hasrederek yeryüzünde vahdâniyet-i ilâhiyye aleyhinde bulunan bâtıl itikadları ve putperestliği men’e çalışırdı. Bununla beraber fâtihlerin siyâsetini takip ederek zaptettiği ülkelere tasarruf etmeğe ve yerleşmeğe başladı. Osman Gâzî, yavaş yavaş ilerledi; fakat hiçbir zaman geri dönmedi..”

Nitekim Osman Gâzî’nin, daha devletinin kuruluşunu tamamlamakla meşgûl olmasına rağmen en büyük hedefi, İstanbul yönünde ilerlemek ve Hazret-i Peygamber’in -sallâllâhü aleyhi ve sellem- müjdesine nâil olabilmekti.

OSMAN GAZİ’NİN FETİH POLİTİKASI

Osman Gâzî’nin fetihleri harita üzerinde tedkîk edildiğinde onun hayret verici şu gâyeleri rahatlıkla göze çarpar:

1) Hudûtları denize dayandırmak arzusu,
2) Yıkılışa giden Bizans’ın durumunu takdîr ile onu iki denizden kıskaca almak,
3) Rum topraklarını yarma şeklinde hareketlerle birbirinden ayırmak, ardından irtibatı kesilen parçaları fethetmek.

OSMAN GAZİ’NİN VASİYETİ

Kendisi bu istikâmette gayret ettiği gibi evlâdına da aynı gayreti vasıyet etmiş ve vefâtından önce Bursa önlerine kadar gelerek oğluna uzaktan parıldayan bir manastırın kubbesini işâret etmiş ve:

“Beni şol gümüşlü kubbenin altına koyasın!” demişti.

Ömrü, devamlı gayret ve gazâ içinde geçen Osman Gâzî, Bizans’la sınır olmanın verdiği avantajı iyi kullanmış ve devletine müthiş bir dinamizm kazandırarak mütevâzî beyliğine cihân devleti olma yolunda hızla mesâfe aldırmıştır. Başlangıçta hiçbir ululuk ve ihtişam iddiâsı taşımayan Osman Gâzî’nin vârisleri, “sultânü’l-guzât” (gâzîler sultanı) olmuştur. O, hayâl zannedilen bir ideali hakîkat yapmıştır. Bunu Gibbons şöyle takdîr eder:

“Osman Gâzî, bir pâdişâh oğlu değildir. Toprakları küçük ve teb’ası az olmasına rağmen devleti, seneden seneye mütemâdiyen büyümüştür. Bu kesintisiz büyüme ise, elbette onu te’sîs eden dehânın hakîkî büyüklüğüne delâlet eder. Türk milletinin Atillâ ve Cengiz gibi hükümdarları, göz kamaştırıcı muzafferiyetlerine rağmen akıncı olarak kalmış ve imparatorlukları da temsîl edilmemiş gâyesiz bir fütûhattan ibâret olmuştur. Arkalarında sadece kan, irin ve gözyaşı bırakmışlardır. Çünkü onlar, idealsiz kuru cihangirler olarak sadece boru ve trampet sesleri arasında yakıp yıkıyorlardı. Osman Gâzî’nin yaptıkları ve geride bıraktıkları ise, çok farklı idi. Bunun için ardındakiler de, hak ve hukûku temsîl ve tevzî etme husûsunda dâimâ ön safta bulunmuşlar ve devletleri, “devlet-i ebed-müddet” olmuştur. Şu halde Osman Gâzî’nin mevkîi, öncekilerle kâbil-i kıyâs bile değildir.”

OSMAN GAZİ’NİN MAL VARLIĞI

Fevkalâde müttakî bir hayat süren Osman Gâzî’nin, vefat ettiğinde geriye bıraktığı şahsî mal varlığı, bir zırh, bir çift çizme, birkaç tane sancak, bir kılıç, bir mızrak, birkaç at sürüsü, üç sürü koyun ve emsâlinden ibaretti. Rahmetullâhi Aleyh!..

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İbret Işıkları, Erkam Yayınları
(www.islamveihsan.com)

 



ORHAN GAZİ

Orhan Gâzî, Osmanlı sultanlarının ikincisidir. Babası Osman Gâzî, annesi ise Osmanlı Devleti’nin mânevî mimârı Şeyh Edebali’nin kızı Mal Hatun’dur.

Orhan Gâzî, genç yaşından itibaren Bizans tekfurları ile yapılan gazâlara iştirâk ederek yetişti. Esir alınan Yarhisar tekfurunun Müslüman olan kızı Nilüfer Hatun ile evlendi. Orhan Gâzî’nin ve devlet ricâlinin şahsiyeti de, babası Osman Gâzî gibi Şeyh Edebali Hazretlerinin mânevî terbiyesi ile şekillenmiştir.

BURSA’NIN FETHİ

Orhan Gâzî, 1326’da Bursa’yı fethetti. Bu sırada ölüm döşeğinde bulunan babası Osman Gâzî, buna çok sevindi ve bir fermanla oğlunu yanına çağırttı. Orhan Gâzî de, babasının emrini alır almaz yanına koştu. Bir yanda hâfızlar, içli ve dokunaklı seslerle Kur’ân-ı Kerîm okumakta, bir yanda Ahî Şemseddîn, Ahî Hasan, Turgut Alp, Saltuk Alp ve diğer kumandanlar Osman Gâzî’nin yanına diz çökmüş gözyaşları dökmekteydiler.

OSMAN GAZİ’NİN OĞLU ORHAN GAZİ’YE VASİYETİ

Orhan Gâzî’nin geldiğini farkeden Osman Gâzî, eliyle işâret ederek O’nu yanına oturttu. Sonra etrafındakilere O’nu yerine tâyin ettiğini bildirdi. Evlâdlarına ve kumandanlarına, Orhan Gâzî’ye itâat edip, O’na bey’at etmelerini emretti. Ardından Orhan Gâzî’ye, Osmanlı Devleti’nin temel harcı mâhiyetindeki şu vasiyet ile son îkâzlarını yaptı:

“Oğul! Biricik vasıyetim şudur ki, Allâh buyruğundan başka bir iş işleme! Bilmediğini ehlinden sorup öğren! İyice öğrenmediğin bir şeyi yapmaya kalkışma! Askerlerine in’âm ve ihsânını eksik eyleme! Bil ki insan, ihsânın kuludur.

Oğul! Dîn işlerini her şeyden öne al! Çünkü bir farzın yerine getirilmesini sağlamak, dîn ve devletin güçlenmesine sebep olur! Bunun için ulemâya hürmette ve onların hakkına riâyette kusûr etme ki, şerîat işleri düzgün yürüsün!

Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet et; ikbâl ve yumuşaklık göster! Ancak dînî gayreti olmayanları, sefih hayat yaşayanları ve tecrübe edilmeyen kimseleri, sakın devlet işine yaklaştırma! Zîrâ yaradanından korkmayan, yaradılanlara merhamet etmez!

Zulüm ve bid’atlardan son derece uzak dur ki, seni yıkılışa sürüklemesin!.. Bil ki bizim mesleğimiz, Allâh yoludur ve maksadımız da O’nun dînini yaymaktır. Bizim dâvâmız, kuru bir kavga ve cihângîrlik dâvâsı değil, “i’lâ-yı kelîmetullâh”dır, yâni Allâh’ın dînini yüceltmekdir!. Cihâdı terketmeyerek rûhumu şâd et!..

Oğul! Benim hânedânımdan her kim doğru yoldan ve adâletten ayrılırsa, mahşer günü Peygamberimiz -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in şefâatinden mahrûm kalsın!..

Oğul! Allâh -celle celâlühû- rızâsı için devlet hizmetlerinde ömrünü tüketen sâdık adamlarına dâimâ vefâkâr ol! Onları gözet! Vefatlarından sonra da onların âilelerini koru!.

Devlete mânen güç veren fazîlet sahibi sâlih âlimlere hürmet, ikrâm ve ihsânda bulun. Diğer bir ülkede olgun bir âlimin, bir ârifin, bir velînin bulunduğunu duyarsan, onu nezâket ve tâzimle memleketine dâvet et! Dîn ve devlet işleri, onların bereket ve himmetleri ile istikâmetlensin!

Sakın orduna ve zenginliğine mağrûr olma! Benim şu hâlimden ibret al ki, şu anda güçsüz bir karınca gibiyim. Hiç lâyık olmadan, Allâh -celle celâlühû-’nun birçok lutuflarına mazhar oldum!..

Sen de benim yolumdan yürü!. Allâh’ın ve kullarının hakkını gözet! Beytülmaldeki gelirin ile kanâat et! Devletin zarûrî ihtiyaçlarının dışında sarfiyatta bulunma! Senden sonra gelecek nesil, seni kendilerine örnek alsın! Zulme meydan verme! Dâimâ adâlet ve insaf üzere ol! Her türlü işinde Allâh’a sığın, O’ndan yardım iste ve O’na ilticâ et!.”

“BEYLİK SANA YARAŞIR”

Bu sözlerle de bizzat Osman Gâzî tarafından beyliğin başına getirildiği tekrar te’yîd edilen OrhanGâzî, babasının vefatından sonra riyâset yükünün ağır mes’ûliyetinin idrâki ile büyük bir asâlet ve nezâket göstererek onu ağabeyi Alâaddîn’e teklîf etti:

“–Babamın bıraktığı tahta buyur sen otur!..” dedi.

Târihte eşine çok ender rastlanan bu tahta dâvet teklîfi üzerine ağabeyi Alâaddîn de, kendisinin almış olduğu mânevî ve yüce terbiye îcâbı gerçeği takdîr ederek:

“–Hayır! Cennetmekân babamız bu vazîfeyi sana tevdî buyurdu. Onun duâ ve himmetleri senin üzerindedir. O, kendi zamanında seni nasıl askerin başına serdar yaptıysa, şimdi dahî aynı vazîfe senindir; beylik sana yaraşır…” dedi.

OSMANLI DEVLETİ’NİN ANAYASASI

Yukarıda zikredilen Osman Gâzî’nin oğluna vasıyeti, 620 senelik cihan-şümûl bir devletin âdetâ anayasası olmuştur.

Orhan Gâzî, babasının bu yüce nasîhatlerini bir hayat düstûru olarak dâimâ cân u gönülden tatbik etmiştir. Bunun bir bereketi olarak da, kendisine, babasının bıraktığı vatan topraklarını altı kat genişletmek, yâni 16.000 km’den otuz üç yıllık padişahlık müddeti sonunda 95.000 km’ye ulaştırmak nasîb olmuştur.

OSMANLI DEVLETİ’NİN ÖNÜNÜ AÇAN SAVAŞ

Diğer taraftan Orhan Gâzî, bir Osmanlı sultanı ile Bizans imparatorunun karşı karşıya geldiği ilk harbi yapmış ve imparatoru açık bir şekilde mağlûb etmiştir. Adına Palekanon savaşı denilen bu harpten sonra Bizans, elinden çıkardığı yerler husûsunda herhangi bir direnç gösteremez bir hâle düşerek iyice zayıflamış ve Osmanlı fütûhâtının da önü batıya doğru açılmıştır.

ORHAN GAZİ’NİN ŞAHSİYETİ

Orhan Gâzî, babasının ihlâs ve irâdesini, ağabeyinin rızâsını ve ehlullâhın duâsını almıştı. Böylece O, kendisinden sonra asırlarca Osmanlı sultanları için müstesnâ bir örnek şahsiyet olmuştur. Yâni kısaca «Orhan şahsiyeti» diyebileceğimiz bir model insan, onun şahsında inşâ edilmiştir. O’nun, Bursa’da Orhaniye külliyesinin bir bölümü olarak yaptırmış olduğu câmînin kandillerini her sabah kendisinin yakması ve imâretinde fakîr-fukarâya bizzat hizmet ederek yemek dağıtması, bu model şahsiyetinin nümûne-i imtisâl bir tezâhürüdür. O’nun bu amel-i sâlih adımlarıyla, Osmanlı’da kurulacak olan binlerce vakfın zemîni teşkîl edilmiştir.

O, son derece dîndardı. İlâhî emirlere bağlılığı, kendisi için en büyük vecîbe edinmişti. Ehl-i irfânı, hâfızları çok severdi. Gâzî, san’at erbabı ve fakîrlere karşı cömert; mücâhidlere hürmetkârdı. Onlara ev yaptırır, rızıklarını te’mîn ederdi. Âlimlere değer verirdi. İnce fikirli, ileri görüşlü, âdil, şecâatli ve muhârip bir pâdişâhtı. Nâdir hükümdarlarda bulunan yüksek sıfatlara sahipti. İslâm seyyahı İbn-i Batuta:

“Zamanındaki Türkmen meliklerinin en ulusudur. Yüze yakın kalesi vardır.” demektedir.

İlk Osmanlı medresesi Osman Gâzî zamanında İznik’te açılmıştı. Müderrisliğe de, zamanın zâhirî ve bâtınî âlimi Dâvûd-i Kayserî tayin edilmişti. Bu zât, Muhyiddîn-i Arabî’nin “Fusûsu’l-Hikem”ini şerhetmiştir. Bu eser, tasavvufî telakkînin Osmanlı toprağı üzerinde yayılmasına bir zemin oluşturmuştur.

GEYİKLİ BABA’NIN DİKTİĞİ ÇINAR

Babasının hizmetlerini daha ileriye götüren Orhan Gâzî, halkının mânevî olgunluğunu sağlamak üzere ülkesinin her tarafında tekkeler ve zâviyeler yaptırmıştır. O zamanın dervişlerinden Geyikli Baba ve Derviş Murâd meşhûrdur. Husûsiyle Geyikli Baba’nın diktiği o meşhûr çınar, Osmanlı’nın azamet ve kudretine sembol olmuştur.

Hâdise şöyledir:

Geyikli Baba, Uludağ’a yerleşmişti. Onun şöhretini duyan Orhan Gâzî, haber gönderip kendisini çağırttı. Ancak dağda geyiklerle dolaşan bu Allâh dostu, yapılan dâveti kabul etmedi. Ayrıca:

“–Sakın Orhan da bana gelmesin!” diye haber gönderdi.

Orhan Gâzî, merak edip hayretle sebebini sordurunca, şu cevabı aldı:

“–Dervişler basîret ehlidir. Ehl-i kalbdir. Yerli yerince hareket etmeleri zarûrîdir. Aksi halde istikâmetten inhirâf ederlerse, duâları makbûl olmaz.  Sizlerse, ümmetin emanetçilerisiniz. Bu durumda sizler, serhad askeri, bizler de duâ askeriyiz. Zaferler, duâ askerleri ile serhad askerlerinin müşterek gayretleri neticesinde elde edilir. Bu muvaffakıyete ulaşma istikâmetinde serhad askerleri, nasıl harp ilmi ve cesâretle techîz ediliyorlarsa; duâ askerlerinin de, dünyâ meyil ve muhabbetinden uzak tutulmaları zarûrîdir. Dolayısıyla korkarım ki, benim sizin yanınıza gelişimle vâkî olması muhtemel olan atıyye ve ikrâmlar, dervişlerimizin kalblerine dünyâ muhabbeti sokar ve ukbâ muhabbetini azaltır. Böylece siz de biz de zarar görenlerden oluruz…

Sultanım! Ancak bilesiniz ki, vakti gelince görüşmemiz mukadder olur inşâallâh.”

Bir müddet sonra Geyikli Baba, Bursa’ya geldi ve Orhan Gâzî’nin avlusuna bir çınar dikti. Durumu sultana bildirdiler. Orhan Gâzî, derhal oraya geldi.

Geyikli Baba, O’na:

“–Teberrüken diktik. Durdukça, dervişlerin duâsı sana ve nesline makbûl ola.” dedi.

Orhan Gâzî, daha evvel kendisine gönderdiği mâlûmâta rağmen Geyikli Baba’ya gönlünden bir atıyye olarak İnegöl ve çevresini vermeyi teklîf etti. Ancak gözü ve gönlü tok olan Geyikli Baba:

“–Mülk Allâh’ındır. Ehline verir. Biz ehli değiliz.” diyerek kabûl etmedi.

Sultan, ısrar etti. Bunun üzerine Geyikli Baba, verileni kabûl etmemenin kibir olacağından korktu ve:

“–Şu karşıda duran tepecikten beriye olan yerler dervişlerin avlusu olsun!” dedi.

GEYİKLİ BABA’NIN İKRAMI

Ehlullâha hürmette kusûr etmeyip devletin temel harcını onlarla yoğuran Orhan Gâzî, Geyikli Baba’nın ikrâmını kabûlünden sonra büyük bir sevinç içerisinde onun ellerine kapandı; öptü, öptü, öptü…

İşte büyük bir imparatorluğun temelinde yatan ihtişam, kuvvet ve sır!..

Nice ordulara diz çöktüren bir sultanın, teb’asından bir velînin ellerine sarılıp sevinç ve huzûr gözyaşları içerisinde doya doya öpmesi, küçük bir hâdise olmayıp, gerçekten büyük fetihlerin mânevî ve ulvî bir temel harcı olmuştur. Târih şâhiddir ki, Osmanlı sultanlarının Allâh dostlarına olan tâzîmi, kendilerine ihsân edilen te’yîd-i ilâhînin başlıca sebeplerindendir.

İşte bunun idrâkinde olan Orhan Gâzî de, görüldüğü gibi Geyikli Baba’nın hayır duâsını almış ve onun vefâtından sonra da ona bir türbe ve mescid yaptırmıştır.

HAZIRLIK SAFHASI

Orhan Gâzî devresi, Osmanlı Devleti’ni istikbâle kudret ve azamet içerisinde taşıyacak ulvî mayanın hummâlı bir şekilde yoğrulduğu bir devredir. Bu devre, ileride yapılacak yeni ve büyük hamlelerin hazırlık safhasını teşkîl eder ki, îmânla kudretin o kolay kolay tutturulamayan terkîbi, mânevî büyüklerin mübârek elleriyle mâhirâne ve kalıcı bir sûrette gerçekleştirilmiştir.

Bu itibarla beyliğe, gerçek bir devlet olma husûsiyetini kazandıran kişi, Orhan Gâzî’dir.

O da, babası gibi Anadolu içerisindeki hesaplaşmalardan ziyâde küffârla gazâ ilkesini benimsemişti. Bu yolda gözlerini başta İstanbul olmak üzere tâ ötelere dikmişti. Bunun için kendisine “merzbânü’l-âfâk” (ufukların sahibi) ünvânı verilmiştir. Bir yerde bir aydan fazla durmayıp i’lâ-yı kelimetullâh yolunda sürekli cihâd üzre bir hayat yaşadığı rivâyet edilir. Bununla birlikte O:

“Mürüvvet, gazâdan efdaldir!” diyerek asıl fethini gönüllerde tecellî ettirmeyi tercîh ediyordu.

Dolayısıyla O’nun dâhiyâne siyâset ve güçlü hamleleri neticesinde kılıçların sağladığı zâhirî fütûhât, gönül fetihleri ile ebedîleştiriliyordu. Fethedilen yerlere en evvel, ehl-i kalb, sâlih ve velî zâtlar iskân ediliyordu. Onların örnek yaşayışları, belde halkının hidâyetine vesile oluyordu.

MANEVİ FETİH ORDUSU

Bu mânevî fetih ordusu velîler, kendi gönüllerinin zenginliğini, yeni fethedilen ülkelerin taşına toprağına olduğu kadar, insanların kalblerine de nakşediyorlardı. Böylece, tabandan tavana, halkdan devlete kadar bütün fertler, rızâ-yı ilâhîyyeye nâil olmak için, hizmet müesseselerinin ilk temellerini atıyorlardı.

Yeni fethedilen topraklarda yaşayan yerli hıristiyanlar, Osmanlı halkının nezih yaşayışına, ahlâkına, bilhassa merhamet ve şefkat duygularına hayrân kalıyor ve bu keyfiyet de, yerli halkın Müslümanlaşmasını kolaylaştırıyordu. Orhan Gâzî’nin, İznik’in fethinden sonra halka gösterdiği muâmele, ahâlîyi mes’ûd etmiş, bu sebeple hicret vukû bulmamış, herkes bahtiyar bir şekilde yaşamıştır.

Bu adâlet dolu huzûr ve sükûnu duyan diğer hıristiyan şehirleri de, Osmanlı’nın kendi topraklarını da fethetmesini arzu ediyorlar, bunun için gizliden gizliye dâvet mektupları yazıyorlardı. Zîrâ başlarındaki zâlim tekfurlar, halka ezâ ve cefâda o derece ileri gitmişlerdi ki, artık kimsenin buna dayanacak tâkat ve gücü kalmamıştı. Hattâ tekfurların kendi âile efradları bile onların zulümlerinden bıkmış ve usanmışlardı. Nitekim Aydos kalesi, bizzat tekfurun kızının yaptığı gizli bir plân sayesinde Abdurrahmân Gâzî tarafından fethedilmiştir.

Bunun içindir ki, babasının izinde yürüyerek böyle büyük bir oluşa vücûd veren Orhan Gâzî, Osmanlı hükümdarlarının en büyüklerinden biri kabûl edilir.

O’nun yaptıkları, askerî, siyâsî ve idârî planda kendisini orta zamanların değil, yeni çağların devlet müessisleri arasına dâhil edebilecek çapta azametli ve büyüktür.

O’nun her işi hesaplı, her hareketi muntazamdır. O, gâyesine temkîn ve metânetle adım adım gitmesini bilen bir gâzîdir. O, açtığı gazâ ve fetih bayrağının câzibesi, mülkündeki adâlet, gönlündeki ihlâs ve samîmiyyeti ile dîn-i mübîne hizmet bereketi neticesinde Anadolu’daki siyâsî tevhîdin temel harcını, babası gibi mahâretle yoğurmaya devam etmiştir. Nitekim ehl-i küfrün, topraklarını fethetmesi husûsundaki teklifleri yanında, Selçuklu’dan kopan Anadolu beyliklerinin kuruluşlarından beri İslâm’ın birlik ve beraberliği rûhuyla hareket eden birçok muazzez ve müstesnâ şahsiyetleri, toprakları ile birlikte Osmanlı’ya iltihakta bulunmuştur.

OSMANLI DEVLETİ’NİN TEMEL GAYESİ

Temelini Kur’ân-ı Kerîm’e dâsitânî bir hürmetten alan bu devlet, daha sonra mukaddes emanetlere de sahip olunca, onları da  târihte misli görülmemiş bir tâzimle muhâfaza etmiştir. Bu iki ihtirâm bereketiyle bu devlet, “Devlet-i ebed-müddet” ünvânı ile, altıyüz küsûr sene şanla şerefle hükümrân olmuştur. Bu azametli Cihan Devleti’nin temel gâyesi, “i’lâ-yı kelimetullâh” ve “nizâm-ı âlem” idi. Osmanlı, dünyâyı Kur’ân’ın rûhu, huzûru ve sürûru ile şereflendirerek, târihte emsalsiz bir sükûn ve adâlet devrine vücûd vermiştir.

Osmanlı’da mürşid-i kâmillerin feyz ve rûhâniyeti ile gazâ ve cihâd aşkı, bütün dünyâya karşı hidâyet sancağını dalgalandırıyordu. Tasavvufun mânevî terbiye merkezleri olan tekkeler inkişâf edip, halkı olgunlaştırıyordu. Bu da ekseriyâ, devletin yanısıra şahısların eseri olan vakıflarla gerçekleşiyordu. Fertlerde diğer-gâmlık, hassasiyet, rikkat-i kalb ve incelik, bir tabiat-ı asliyye halinde idi. Nefs engelini aşanlar, irşâd ve mânevî hizmetleri ile memleket için bereketli ilkbahar yağmurları hâlinde her tarafa feyz saçıyorlardı. Çünkü gönüller, toprak altında çürümez! Ceset çürür. Bu yüzden, o yüce gönüllerin eser ve ifâdesi olan müesseseler ebedîleşiyordu!

Fethedilen yerlerde câmîler, medreseler ve imâretler, ardarda inşâ ediliyordu. Devlet işlerinde ve adlî umûrda, şer’î esaslara riâyetle İslâm fıkhı uygulanıyordu.

İktisâdî refâh da, çok yüksekti. Nişancı Mehmed Paşa şöyle der:

“Halkdan yoksulluk, âcizlik ve zarûret tamamen kalkmıştı. Öyle ki zengin mü’minler, kendilerine vâcib olan zekât ve sadakayı infâk edecek kimseleri bulmakta güçlük çekiyorlardı.”

Diğer bir ifâde ile, Osmanlı Devleti, Şeyh Edebali Hazretleri ve emsâlinin mânevî mîmârlığı ile vücûda gelen kâ’bına varılamaz âbidevî bir cihan devleti olmuştu. Büyüklük hem maddede, hem mânâda gerçekleşmişti.

Kısa bir zamanda Osmanlı, o derece kudret ve ihtişâm kazandı ki, Orhan Gâzî, Bizans’ın içişlerine karışır ve dilediği kimseyi tahta geçirir, dilediğini de tahttan indirir oldu. Oğlu Süleyman Paşa, Rumeli’ye geçti ve oralara îmân meş’alesiyle sağlam bir yerleşme plânı uyguladı.

ORHAN GAZİ’NİN OĞLU SULTAN I. MURAT’A NASİHATİ

Babası Osman Gâzî’den aldığı emâneti, titizlik ve hassasiyet ile taşıyan Orhan Gâzî, oğlu Süleyman Paşa’nın bir kaza neticesinde vefatından sonra hastalandı. Veliahtlığa oğlu Murâd Bey’i getirdi. O’na şu nasihatte bulundu:

“Oğul, saltanatının ihtişâmına mağrûr olma! Unutma ki, dünyâ Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm-’a bile kalmamıştır. O’nun da tahtı, âkıbet vîrân olmuştur. Zîrâ her dünyâ saltanatı fânîdir!. Lakin yaşanan hayat, herkes için büyük bir fırsattır. Allâh yolunda hizmet ve Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in şefâatlerine mazhariyet için bu imkân iyi değerlendirilmelidir!.

Dünyâya âhıret ölçüsü ile bakarsan, onun, ebedî olan âhıret seâdetini fedâ etmeye değmediğini görürsün!.

Oğul! Rumeli hıristiyanları rahat durmayacaktır! Sen o cânibe yürü! Kostantiniyye’yi ya fethet veya fethe hazırla! Diğer Türk beyleri ile iyi geçinmeğe çalış! Halk bizi istese bile, beyler beyliklerinden vazgeçmek istemez! Bir zaman daha giderler. Sonra olmuş bir meyva gibi avucuna düşerler. Anadolu’da gâile çıkmaz ise, Rumeli’de işini rahat halledersin!. Bunun için Anadolu’nun sessizliğini bozmamaya gayret et! Cennetmekân babam Osman Gâzî, Söğüt ve Domaniç’den ibaret bir avuç toprağı, kısa zamanda bu siyaset ile güçlü bir beylik yaptı. Biz ise Allâh’ın izni ile beyliği sultanlığa çevirdik. Sen daha öteye götüreceksin!

OSMANLI’YA İKİ KIT’A ÜZERİNDE HÜKMETMEK YETMEZ! ZÎRÂ İ’LÂ-YI KELİMETULLÂH AZMİ İKİ KIT’AYA SIĞMAYACAK KADAR BÜYÜK BİR DA’VÂDIR!. Selçukluların vârisi biz olduğumuz gibi, ROMA’nın da vârisi biziz!..

Oğul! Kur’ân-ı Kerîm’in hükmünden ayrılma! Adâletle hükmet! Gâzîleri gözet! Fakirleri doyur! Dîne hizmet edenlere, bizzat hizmet etmeyi şeref bil!. Zâlimleri cezâlandırmakta gecikme! En kötü adâlet, geç tecellî edendir! Sonunda, hüküm isâbetli dahi olsa, geciken adâlet de, bir nevî zulümdür!

Oğul! Biz yolun sonuna geldik. Sen ise, başındasın. Cenâb-ı Hakk saltanatını mübârek kılsın!..”

“Sakın bu geçici mülkte mağrûr olma! Aslâ şerîat yolundan ayrılma! Madem ki saltanat sahibi oldun, o halde memleketinde dâimâ adâletli ol! Âlemin nizâmını böyle te’mîn et ki, saltanatta dâim olasın!”

ORHAN GAZİ TÜRBESİ NEREDE?

Hâli, ahlâkı ve örnek şahsiyeti ile tarihin altın sahifelerine eşsiz bir sultan olarak geçen Orhan Gâzî, 1359 yılında vefat etti. Kabr-i şerîfi, Bursa’daki Gümüşlü Kümbet’tedir. Rahmetullâhi Aleyh!..

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İbret Işıkları, Erkam Yayınları
(www.islamveihsan.com)




MEHMED MUHYİDDİN HZ. ÜFTADE  'nin YANINDA YATAN DİĞER ŞEYHLER


MEHMED MUHYİDDİN HZ. ÜFTADE












OSMAN GAZİ VE ORHAN GAZİ TÜRBELERİNİN YANINDA BULUNAN TOPHANE SAAT KULESİ - BURSA
 
  SON BİR (1) YILIN TOPLAMI 31438 ziyaretçi kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol