*** SEYYAH-I FAKİR * TÜRBEci BABA*** OĞUZ SOYU-ÜÇOKLAR KOLU-GÖKHAN BOYUNUN TÜRKÇÜ TURANCI TÜRKMEN ÇEPNİ AYVAZ OTAĞI (Âlem de ŞER Oğuz'da ER tükenmez.!)
  (27) -ŞEHİTLİKLER VE TÜRBELER: SUHEYB-İ RUMİ HAZRETLERİ , ÜBEYD-İ GAZİ HAZRETLERİ , SA'D BİN EBİ VAKKAS HAZRETLERİ , KEREB-İ GAZİ HAZRETLERİ , YAYAN DEDE ve YUSUF BASRİ HAZRETLERİ- CORUM
 


SUHEYB-İ RUMİ HAZRETLERİ (SUHEYB İBNİ SİNAN) ,
ÜBEYD-İ GAZİ HAZRETLERİ  ,
SA'D BİN EBİ VAKKAS HAZRETLERİ ,
KEREB-İ GAZİ HAZRETLERİ (AMR BİN MA'D-İ KERİB) 
YAYAN DEDE
ve
YUSUF BASRİ HAZRETLERİ - CORUM


31-10-2015 / 22-09-2017de Ailece  
22-4-2017 / 02-10-2017' de Arkadaşlardan Numan SARI ve Osman GEDİKLİ  ile birlikte ziyaret ettik.. - CORUM



















1. BİLGİ KAYNAĞI


SÜHEYB-İ RÛMÎ
(Radıyallahü Anh)

SUHEYB-İ RUMİ HAZRETLERİ (SUHEYB İBNİ SİNAN)


“Bir kimse Allah’a ve âhıret gününe inanıyorsa, bir ananın evladını sevmesi gibi Süheyb’i sevsin” hadîs-i şerîfiyle medh olunan, büyük Sahâbî. İsmi, Süheyb-i Rûmî; künyesi, Ebû Yahya; Nesebi, Süheyb bin Sinan bin Mâlik bin Abd-i Amr bin Akîl bin Âmir bin Cendele bin Cüzeyme bin Ka’b bin Saad bin Eslem bin Evs Menûd bin en-Nemrî bin Kaasit bin Henep bin Kusay bin Cedile bin Esed bin Rebîa bin Nezâr Er-Rebî en-Nemrî’dir. Annesinin ismi, Selma binti Kuayd. Babasının veya dedesinin vazifesi dolayısıyla bulunduğu Basra’da Übülle denilen yerde doğdu. Übülle, fevkalâde güzel, bağlık-bahçelik bir yerdi. Bizanslılar buraya bir baskın yapıp, her tarafı yağma yaptılar. Bu sırada, çocuk yaşta bulunan Hz. Süheyb bin Sinan’da, Bizanslıların ellerine esir düşenler arasında idi. Ailesi kendisini çok aradıysa da bulamadı. Uzun müddet Bizanslıların elinde kaldıktan sonra, Benî Kelb’in eline geçti. Köle olarak satıldığından Mekke’de Abdullah bin Ceda’nın eline düştü. Bu zât daha sonra kendisini azâd etti. Bu hâdiseler olurken, İslâmiyet henüz açıklanmamıştı. Kendisine “Rûmî” denilmesinin sebebi, uzun müddet Bizanslıların elinde kalmasından dolayıdır. Bu sebeble, Rumca’yı Arabca’dan daha iyi bilirdi.

Kâ’be-i Muazzama’nın güneyinde, yüksekçe bir yerde, Hz. Erkam’ın evi bulunuyordu. Kâ’be’ye güney tarafından gelmek isteyen bu evin önünden geçmek durumunda idi. Ev yüksekte olduğundan Kâ’be rahat olarak görünürdü. Ayrıca Hz. Erkam, Mekke’nin ileri gelenlerinden, itibarı çok olan bir zât idi ki, herkes kendisine hürmet ve ikram ederdi. Bu gibi sebeplerden dolayı, Peygamber efendimiz ve diğer müslümanlar burada toplanırlar, emniyetli bir yer olduğu için ibadetlerini rahat yaparlardı. Yeni Müslüman olmak isteyenler de bu eve gelir, müslüman olmakla şereflenirdi. Bunun için, bu eve Dar’ül-İslâm ve Dârûl-Erkâm gibi isimler verilmişti. Birgün Hz. Ammâr bin Yaser, Hz. Erkam’ın evinin önünde Hz. Süheyb bin Sinan’a rastladı. O’na “Burada ne yapıyorsun” diye sorunca Hz. Süheyb de “Sen ne yapıyorsun” diye karşılık verdi. Hz. Ammâr, “Ben içeri gireceğim ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) sözlerini dinleyip bildirdiği dine gireceğim. Müslüman olacağım” dedi. Hz. Süheyb, “Ben de aynı niyyetle buraya geldim.” deyince beraberce içeri girdiler. O sırada Peygamber efendimiz de orada bulunuyordu. Müslüman oldular, akşama kadar orada kaldılar. Akşamdan sonra evlerine gittiler. Peygamber efendimiz, İslâmiyyeti tebliğden önce de Hz. Süheyb bin Sinan ile konuşurlar ve birbirlerini severlerdi. Hz. Süheyb, müslüman olduğunu açıkladıktan sonra Mekke’li müşriklerin, şiddetli hücum ve işkencelerine mâruz kaldı. Müşrikler daha çok, kimsesi olmayan zavallılara işkence ederlerdi. Hz. Süheyb de Mekke’de akrabası, dayanağı olmayan bir zât olduğu için müşrikler kendisine çok zulm ederler, konuşamıyacak hâle getirinceye kadar döverlerdi. Bir gün, Hz. Habbâb ve Hz. Ammâr birlikte giderlerken, Kureyş müşriklerinden bazıları ile karşılaştılar. Müşrikler bunları görünce “İşte Muhammed’e tâbi olan kimseler” diye alay ettiler ve bazı uygunsuz sözler söylediler. Hz. Süheyb onlara cevaben buyurdu ki: “Evet! Allahü teâlâ’nın peygamberine tâbi olan onunla beraber bulunmaktan zevk alan kimseler biziz. Hz. Muhammed’e (s.a.v.) biz inandık, siz inanmadınız. Biz O’nun söylediklerinin, bildirdiklerinin hepsinin doğru olduğunu kabul ettik. Siz yalanladınız. Bütün üstünlük ve faziletler İslâmiyyette, bütün zillet ve felâketler de müşrikliktedir. Müslümanlıkda aşağılık, müşriklikte üstünlük yoktur.” Hz. Süheyb böyle söyleyince inanmıyanlar üzerine saldırdılar. Hz. Süheyb bin Sinan’ı dövdüler. Hz. Süheyb, Mekke’de kendi gayretleriyle büyük bir servet elde edip hayli zengin oldu. Medine-i Münevvere’ye hicret edeceği müşrikler tarafından haber alınınca yolu kesildi. “Sen Mekke’ye fakir olarak geldin. Çok mal ve servete kavuştun. Şimdi hem kendin gideceksin, hem bunca malı götüreceksin buna izin vermeyiz” dediler. Hz. Süheyb, onlara buyurdu ki: “Ey müşrikler. Beni iyi tanırsınız ki, çok iyi ok atarım. Eğer üzerime gelirseniz. Ok çantamdaki okların hepsini size atarım ve sonra kılıcımı çekerim. Bunlardan biri elimde bulundukça bana birşey yapamazsınız kendiniz bilirsiniz” Fakat Hz. Süheyb’in, Peygamber efendimize olan muhabbeti, bağlılığı ve O’na kavuşmak arzusu ve Medine-i Münevvere’ye gidip ibadetlerini rahatça eda edebilmek isteği o kadar çoktu ki, yanında bulunan bütün mallarının ve alacaklarının, Peygamber efendimizin sevgisi yanında hiç kıymeti yoktu. Bu sebeble hiç vakit kaybetmemek, bunlarla oyalanmamak için onlara: “Yanımdaki ve Mekke’de bulunan mallarımı size verirsem önümden çekilir misiniz, yolumu açar mısınız?” diye, sordu. Hak ve hakikatlerden nasibi olmayan müşriklerin de arzusu buydu. Hemen “Olur” dediler. Hz. Süheyb yanında bulunan bütün varını verdi, Mekke’deki varlığının da yerini tarif edip müşriklerin elinden kurtuldu ve hiç parasız olarak yoluna devam etti. Mekke ile Medine arasındaki yolda binbir zahmet, tahammülü mümkün olmayan güçlüklerle karşılaştılar. Fakat sevgili Peygamberimize kavuşmanın heyecanı ile bütün sıkıntılardan zevk alarak yol aldılar. Peygamber efendimiz, beraberlerinde Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer olduğu halde Hz. Gülsüm binti Herm’in hanesine misafir olduklarında, Hz. Ömer “Yâ Resûlallah Süheyb’i göremiyoruz. Acaba nerede kaldı” diye arzedince, Peygamber efendimiz durumu tahkik ettirdi. Yolda karşılaştığı şiddetli açlık ve susuzluk ve diğer müşkülatdan dolayı, Kuba’ya zamanından çok sonra gelebildiği ve Hz. Sa’d bin Hayseme tarafından misafir edildiği anlaşıldı.

Hz. Süheyb Peygamber efendimizin (s.a.vy huzuruna gelince: “Yâ Resûlallah, Mekke’den, Medine’ye hicret etmek için yola çıktığım zaman, müşrikler beni yakaladılar. Onlara bütün servetimi teklif ettim. Onlar da kabul ettiler. Bütün malımı vererek kendimi ve ailemi kurtararak huzurunuza geldim” deyince, Peygamber efendimiz (s.a.v.) “Süheyb kazandı, Süheyb kazandı” buyurdular ve Hz. Süheyb hakkında nâzil olan, “İnsanlardan bir kısmı, Allahü teâlâ’nın rızasını isteyerek O’na ibadet yolunda canlarını sarf ederler.” (Sûre-i Bekara 207) âyet-i kerîmesini okudular. Hz. Peygamberimiz, Hz. Süheyb ile Hz. Hâris bin Samme arasında din kardeşliği ilân etti. Güzel huyları ve faziletleri kendisinde toplamış olan, hazır cevablılığı ve latifeleri ile tanınan kâmil bir zât idi. Bir defasında Peygamber efendimizin de bulunduğu bir mecliste, hazır bulunanlara taze hurma ikram edilmişti. Herkes taze hurmadan yemeye başladı. Peygamber efendimiz Hz. Süheyb’e lâtife ile, “Gözlerinde rahatsızlık var yine de hurma yiyorsun” buyurdu. Hz. Süheyb de cevaben “Yâ Resûlallah. Gözümün birisinin yarısı sağlamdır. Onun hakkını yiyorum deyince Peygamber efendimiz (s.a.v.) ve orada bulunanlar bu cevab hoşlarına gittiğinden tebessüm ettiler.

Hz. Süheyb-i Rûmî, nişan almakta ve ok atmakta çok mahir idi. Başta, Bedir, Uhud ve Hendek olmak üzere bütün gazalarda bulundu. Çok büyük gayret ve kahramanlık gösterdi. Buyurdu ki: “Her zaman, Resûlulah’ın (s.a.v.) yanında bulundum. Bütün bîatlerde, bütün gazalarda ve seriyyelerde hep etraflarında idim. Hiç bir zaman Resûlullah ile benim aramda bir düşman bulunmamıştır. O’na bir zarar gelmemesi için kendi vücudumu siper ettim. Bu durum, O ahirete irtihal edinceye kadar devam etti.”

Bir defasında, Hz. Ömer Hz. Süheyb’e sordu: “Ey Süheyb Sizde ayıblıyacağım bir şey yoktur. Sizi ayıplamak için söylemiyorum. Ama sizde gördüğüm üç haslet var, bunları sormak istiyorum. 1) Arab olduğunuzu söylüyorsunuz. Fakat konuşmanız, aslen Arab olanların konuşmalarına benzemiyor. 2) Oğlunuzun ismi Hamza olduğu halde, bir Peygamberin ismi ile (Ebû Yahya) künyeleniyorsunuz. 3) Malınızı çokça harcıyorsunuz.” Hz. Süheyb cevabında buyurdu ki: “Ben aslında Arab’ım, lâkin küçükken beni Rumlar esir almışlar. Ben onların elinde yetiştiğim için onların dilini öğrendim. Ebû Yahya künyesini bana Resûlullah (s.a.v.) verdiler. Çok harcamama gelince çok harcıyorum ama, hep Allah yolunda sarf ediyorum” Hz. Ömer bu cevabdan çok memnun oldu. Hz. Ömer, Hz. Süheyb’i çok severdi. Hz. Ömer, Ebû Lü’lû kâfiri tarafından yaralanınca, yerine geçecek halife’yi seçmek için şûra ehlini tayin edip, yeni halife seçilinceye kadar Hz. Süheyb’in kendisinin yerine vekil olması için ve cenaze namazını kıldırması için vasiyyet etti. Hz. Süheyb, üç gün müddetle cemaate namazları kıldırdı. Bu mukaddes vazifeyi büyük bir ihtimam ve hassasiyetle yerine getirdi. Hz. Ömer’in cenaze namazını da kıldırdı. Bu esnada gösterdiği dikkat ve itina ile herkesin takdir ve tasvibini kazandı.

Hz. Süheyb, herkese iyilik eder, çok yemek yedirirdi. Bir defasında Hz. Ömer kendisine “Yâ Süheyb sen çok fazla yemek yediriyorsun. Bu israf olmuyor mu?” dedi. Süheyb (r.a.) buyurdu ki, “Resûlullah efendimiz (s.a.v.) buyuruyorlardı ki “Sizin en iyiniz fakirleri doyuran ve selâmı alıp cevap verendir.” diye cevap verdi. İkram ve ihsanları çok idi. 70 yaşında, 38 (m. 658) de Medine-i Münevvere’de vefât etti. Baki’ kabristanına defn olundu. Orta boylu, buğday tenli, kırmızı benizli, saçları sık ve siyah yakışıldı bir zât idi. Çocukları Habîb, Hamza, Sa’d, Sâlih, Seyri, Ubbâd, Osman ve Muhammed’dir. Bu çocuklarının hepsi, torunu Ziyâd bin Vasfî, Eshâb-ı kirâmdan Hz. Câbir ve Tabiînden bazı zâtlar, Hz. Süheyb’den hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir.

Hz. Süheyb-i Rûmî’nin rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları şöyledir.

Peygamberimiz (s.a.v.) “İman edip güzel amel işleyenlere Cennet ve bir de Allahü teâlâ’nın cemâlini görmek var. Onların yüzlerine ne bir leke bulaşır ne de bir zillet... İşte bunlar Cennetliktirler, kendileri orada ebedî olarak kalıcıdırlar.” (Yunus sûresi 26.) âyetini okuduktan sonra buyurdular ki: “Cennet ehli Cennete girdikleri zaman, onlara şöyle nida edilecektir. “Ey Cennet ehli, size Rabbinizin bir va’di, sözü vardır.” Cennet ehli de, “Bu nimet, bu va’d nedir? Halbuki Allahü teâlâ bizim yüzümüzü ak ettirmedi mi ? Mizanda sevablarımızı ağır getirmedi mi? Bizi Cennete sokmadı mı?” diyeceklerdir. Bu karşılıklı nida üç defa tekrarlanacak, sonra Allahü teâlâ onlara tecelli edecek ve Cennet ehli Rablerini mekânsız ve cihetsiz olarak göreceklerdir. Bu nimet onların kavuştukları nimetlerin en büyüğüdür.”

“Muhacirler, müslümanların evveli, insanları hidâyete ulaştıran ve onlara, Rablerine kavuşturan yolu gösterenlerdir. Allahü teâlâ’ya yemin ederim ki, kıyâmet günü Muhacirler omuzlarında silahları olduğu halde gelirler. Cennetin kapısını çalarlar. Cennetin bekçisi Hazene: “Siz kimsiniz” der. Onlar da “Biz Muhacirleriz” derler. Hazene tekrar “Sizin hesabınız görüldü mü?” diye sorar. Bunun üzerine Muhacirler dizleri üzerine çökerler ve ellerini kaldırarak yüksek sesle “Yâ Rabbî! Senin yolunda vatanımızı, çocuklarımızı, mallarımızı, ailelerimizi terk ettikten sonra tekrar hesap mı vereceğiz?” diye yüksek sesle ağlarlar. Bu esnada Allahü teâlâ, onlara mahsus olmak üzere, üzerlerine zeberced ve yakuttan yapılmış kanatlar takar ve bu kanatları ile uçarak Cennete girerler.”

“Allahü teâlâ’nın mü’minler hakkındaki hükmüne hayret ettim. O’na genişlik takdir eder ve kulu buna râzı olursa, kulun hakkında hayırlı olur. Şayet darlık ile hükmeder de yine kulu buna râzı olursa bu da hakkında hayırlıdır.”

“Nikâh parasını vermemeği niyyet ederek ölen adam, zina etmiştir. Borç alırken vermemeği niyyet eden ise hırsızdır.”

“Sizden önceki zamanlarda bir hükümdar ve bu hükümdarın bir sihirbazı vardı. Sihirbaz ihtiyarlayınca hükümdara şöyle dedi. Şüphesiz artık benim yaşım ilerledi ve ecelim yaklaştı. Bana bir genç gönder de sihirbazlığı kendisine öğreteyim. Hükümdar sihirbazın dediğini yaptı ve bir genci sihirbaza gönderdi. Sihirbaz da ona sihri öğretmeye başladı. Hükümdarın bulunduğu yer ile sihirbazın bulunduğu yer arasında bir zâhid var idi ki, genç bu zahide uğradı ve zahidden duyduğu sözleri beğendi. Genç zahidle oturup sözlerini dinleyince sihirbazın dersine geç kalıyor, sihirbaz da “niçin geç kaldın” diye genci dövüyordu. Genç, sihirbazın dersinden dönerken zahide uğrayıp sözlerini dinlemeye başladı. Bu sefer ailesi, “niçin geç kaldın” diye genci dövdüler. Genç, bu durumunu zahide anlatınca, zâhid olan zât, çocuğa şöyle dedi. “Sihirbaz, geç kaldığın için seni dövecek olursa “Beni ailem geç bıraktı” de. Eğer ailen seni dövmek isterse “Beni sihirbaz geç bıraka’’ de.” Genç bundan sonra zahidin dediği gibi yaptı ve zahidin sözlerini dinlemeye devam etti. Günlerden bir gün genç bakmış ki, ırmağın üzerinde büyük bir canavar durmuş, kimse gelip geçemiyor. Genç dedi ki: “Zahidin işi mi Allahü teâlâ’ya daha sevimlidir yoksa sihirbazın işi mi? Bugün bu anlaşılacak. “Eline bir taş aldı ve “Ey Allahım eğer zahid’den râzı isen ve zahidin işi sana sihirbazın işinden daha sevimli ise, şu canavarı öldür de insanlar rahatça geçebilsinler” diye yalvardı ve taşı canavara attı, Allahü teâlâda o taş ile canavarı öldürdü ve insanlar da nehri kolayca geçip yollarına devam ettiler. Genç bu durumu zahide haber verince, zâhid: “Ey oğlum. Sen benden daha faziletlisin. Sen bazı imtihanlar geçireceksin. Bu imtihanlarla karşılaştığında benden bahsetme” dedi. Bu genç şöhret buldu. Gözleri hastalıklı olanları tedavi ediyor, daha başka hastalıkları bulunanlara Allahü teâlâ’nın izniyle faideli oluyordu. Hükümdarın yakınlarından birinin gözleri âmâ oldu. Bu kimse, o gencin şöhretini işitmiş olduğundan genci getirtti. Çok hediyeler teklif etti ve şifa bulması için kendisine yardım etmesini istedi. Genç dedi. ki; “Ben kimseye şifa veremem, şifayı veren Allahü teâlâ’dır. Sen Allahü teâlâ’ya îmân edersen, ben, sana şifâ vermesi için O’na duâ ederim.” O kimse bu daveti kabul edip imân etti. Genç de onun için Allahü teâlâ’ya duâ etti ve o kimse şifa buldu. Bu kişi hükümdarın meclisine varınca, hükümdar merakla kendisine sordu: “Gözünü kim açtı” O kimse “Rabbim” diye cevap verdi. Hükümdar “Yani ben” dedi. Hükümdarın yakını “Hayır! Senin de benim de Rabbim Allah’dır.” Hükümdar “Senin benden başka Rabbin mi var?” dedi. O kimse dedi. ki “Evet, benim ve senin Rabbin Allah’tır.” Hükümdar bu yakınına çok kızdı ve çeşitli işkenceler yaptı. Nihayet o kimse genci hükümdara bildirdi. Hükümdar genci getirtti ve “Sen sihirbazlıkta çok ileri gitmişsin. A’mâların gözlerini açıyor, çeşitli hastalıklara şifâ buluyormuşsun.” Genç “Hayır, şifâyı veren Rabbim’dir.” Hükümdar “Yani ben” dedi. Genç “Hayır” dedi. Hükümdar, “Senin benden başka Rabbin mi var?” dedi. Genç “Evet benim ve senin Rabbin Allah’dır.” Hükümdar bu gence çok işkence etti. Genç tahammül edemez hale gelince Zahid’in ismini verdi. Hükümdar Zahid’i buldurdu ve “Dininden dön” dedi. Zahid kabul etmeyince testereyle başını ikiye ayırttı. Ondan sonra yakını olan kimseyi çağırttı. Ona da dininden dön dedi. Kabul etmeyince onun da başını ikiye ayırttı. Sonra genci çağırdı ve “Dininden dön!” dedi. Genç dininden dönmedi. Hükümdar, adamlarına dedi. ki “Bunu alınız. Dağın tepesine götürünüz. Dininden dönmesini söyleyiniz. Eğer kabul ederse geri getiriniz. Kabul etmezse dağın tepesinden aşağı yuvarlayınız.” Genç, muhâfızlar tarafından dağın tepesine çıkartıldı. Orada genç “Ey Allahım. Bunların şerrinden muhafaza eyle, koru” diye duâ etti. Dağ sallandı. Muhâfızlar yuvarlandılar. Genç geri dönüp hükümdarın karşısına çıktı. Hükümdar hayretle “Arkadaşların ne yaptı, neredeler?” diye sordu. Genç: “Allahü teâlâ beni onlardan korudu” dedi. Bunun üzerine hükümdar genci bir sandığın içine koydu ve adamlarına emretti ki: “Bu sandığı alıp gemiye binin. Denizin ortasında, gence dininden dönmesini teklif edin. Dininden dönerse geri getirin dönmezse suya atın!” Muhâfızlar denizin ortasında yine aynı şekilde genci suya atacakları sırada, Genç, “Yâ Rabbi! Onlara karşı beni koru” diye duâ etti. Genci boğmakla vazifeli olanlar boğuldular. Genç yalnız başına dönüp hükümdarın karşısına çıktı ve dedi. ki “Allahü teâlâ beni onlardan korudu. Sen beni ancak bir yolla öldürebilirsin. İstersen sana o çareyi bildireyim. Aksi halde beni öldürmeye gücün yetmez.” Hükümdar, “O çare nedir?” dedi. Genç dedi ki: “Bir meydanda insanları topla! Onların önünde beni bir ağaca bağla benim ok torbamdan bir ok al. Sonra “Bu gencin Rabbi olan Allah’ın ismiyle” diye oku bana at. Eğer böyle yaparsan beni öldürebilirsin. Hükümdar gencin anlattığı gibi yaptı. Hükümdarın attığı ok, gencin yanağına saplandı. Genç okun isabet ettiği yere elini koydu ve öldü. İnsanlar hep birden “Biz de bu gencin Rabbine imân ettik” dediler. Hükümdarın adamlarından biri hükümdara: “Gördün mü? Korktuğun başına geldi” dedi. Hükümdar çok sinirlendi. Bütün yolları kapatın, hendekler kazdırın. Ateşler yakın. Bu gencin dinine girenler. Eğer dönerlerse bırakın, dönmiyenleri ateşe atın. Hükümdarın emri yapıldı. Fakat kimse imânından dönmedi. Ateşe atılırken tereddüt bile etmediler. Nihayet kucağında süt emen küçük çocuğuyla bir kadıncağız geldi. Ateşe girip girmemek hususunda bir an tereddüt edince, kucağındaki sabi çocuk: “Ey anneciğim korkma! Çünkü sen hak üzeresin” dedi.”

 

KAYNAKLAR

1) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh-1067

2) Hilyet-ül-evliyâ cild-1, sh-152

3) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-6, sh-16

4) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-3, sh-226

5) Ensâb-ul-eşrâf cild-1, sh-180

6) İnsan-ül-uyûn cild-1, sh-282

7) İbn-i Hişam cild-1, sh-282

8) El-İsâbe cild-2, sh-195

9) El-İstiâb cild-2, sh-174


2. BİLGİ KAYNAĞI

Çorum'da üç sahabe mezarı

 

Çorum'da Anadolu\'ya islam yaymak için gelmiş üç sahabenin mezarı var

İsmail Çal-Dünya Bülteni-Tarih Servisi

Çorum’un Hıdırlık adıyla anılan mahallinde bulunan küçük bir tepe üzerinde üç sahabe türbesi bulunmaktadır. Bu sahabelerin Süheyb-i Rumi, Ubeydi Gazi ve Kerebi Gazi oldukları rivayet edilmektedir. Suheybi Gazi ve Ubeydi Gazi türbeleri Sultan Abdülhamit döneminde yeniden inşa edilen Hıdırlık Camii (1899) batı bitişiğinde yer alırken, Kerebi Gazi 50 metre kadar camiin batısında ayrı bir bina içerisinde yer almaktadır. Bu üç sahabeye ait türbeler Çorum’da en çok ziyaret edilen yerlerdendir. Çorum halkı tarafından gelin alma ve sünnet törenlerinde buranın ziyaret edilmesi bir gelenektir. Ayrıca bu mekanın çevresinde bulunan yeşil alanda Hıdrellez şenlikleri yapılır. Bu üç Sahabe hakkında türbelerindeki kitabelerinde şu bilgiler yer almaktadır:

 

SÜHEYB-İ RUMİ (R.A.)

Aslen Yemenli olup babası İran Sasani Devleti’nin bir memuruydu ve Musul civarlarında yaşamakta idiler. Bir Bizans saldırısı sırasında küçük yaşta esir düştü. Beni Kelb kabilesi tarafından Mekke’de köle olarak satıldı. Abdullah Bin Ced’an adlı bir kişi tarafından satın alınıp serbest bırakılmıştır. Hz.Muhammed (sav) peygamber olduğunda Ammar Bin Yasir ile birlikte Müslüman olmuştur.

Hicret sırasında Mekkeliler tarafından geri dönmeye zorlanmış o sonuna kadar mücadelede kararlı olduğunu belirterek eğer amaçları mal ise sahip olduğu definelerini sakladığı yerden alabileceklerini söylemiştir. Bunun üzerine Mekkeli müşrikler onu bıraktılar. O’nun İslam için bütün maddiyatından vazgeçmiş olması Peygamberimiz tarafından da takdirle karşılanmıştır.

Bedir savaşına katılanlar arasında olduğu belirtilmektedir. Hz. Ömer’den sonra Hz. Osman halife seçilinceye kadar geçen sürede Müslümanlara imamet etmiştir. Hz. Ömer’in yakın ve samimi dostu olduğu rivayetler arasındadır.

Numan oğlu Hz.Suheyb-i Rumi 71 yaşlarında iken hicretin 38. Yılında o zamanki İslam Devletinin Anadolu Eyaleti olan Rumiyye-i Suğra’ya bağlı şimdiki Çorum ilinde yaşadığı sırada vefat etmiştir. Başka bir rivayete göre ise İstanbul’un fethi için İslam ordusu ile birlikte gitmiş geri dönüş esnasında Çorum civarında rahatsızlanarak hicretin 40. Yılında vefat etmiştir.

 

UBEYD-İ GAZİ (R.A.)

Hakkında fazla bir bilgiye ulaşılamamıştır. Sadece aslen Yemenli olduğu ve Hicret’in 40. Yılında İstanbul’un fethi için giden İslam ordusu içerisinde yer alırken Çorum civarında bir çarpışma esnasında şehit olmuştur.

 

KEREB-İ GAZİ (R.A.)

Pehlivan, şair ve hatip olarak tanınmıştır. Hz. Peygamberimizin (sav) huzurunda Hz. Ali’nin de bulunduğu bir ortamda Müslüman olmuştur. Kadisiye Savaşında İranlılara karşı gösterdiği büyük mücadelesi İslam Tarihlerinde ayrıntılı bir şekilde anlatılmaktadır. Hicretin 40. Yılında İstanbul’un fethi için İslam ordusu ile birlikte Çorum civarında şehit düşmüştür. Yiğitliği ve kahramanlığı onun halk arasında efsane olmasına yol açmıştır.


Kaynak: http://www.dunyabulteni.net/haber/159713/corumda-uc-sahabe-mezari
 Yasal Uyarı: Yayınlanan yazı ve haberin tüm hakları Dünya Bülteni'ne aittir. Özel izin alınmadan yazı ve haber hiçbir şekilde kullanılamaz. Ancak yazı ve haberin bir kısmı aktif link verilerek alıntılanabilir.


3. BİLGİ KAYNAĞI


ESHÂB-I KİRÂM
HAZRETİ SA’D BİN EBÎ VAKKÂS
 
Eshâb-ı kiramın büyüklerinden ve İran’ı zapt eden ordunun kumandanı. Dünyada iken Cennetle müjdelenen on sahabîden biridir. İsmi Sa’d, künyesi Ebû İshâk’dır, Babasının adı Mâlik ve künyesi Ebû Vakkas’dır. Babasının adı yerine künyesi kullanılmaktadır. İlk müslüman olanların yedincisidir. Fil vak’asından 23, Hicret’ten 30 yıl önce Mekke’de doğdu. Onyedi yaşında iken Hazret-i Ebû Bekir’in vasıtasıyla müslüman oldu. Müslüman oluş hâdisesi şöyle rivâyet edilir. Müslüman olmadan önce bir rüya görür. Rüyasında kendisi zifiri bir karanlığın içinde iken, birdenbire her tarafı aydınlatan parlak bir ay doğar. Ayın aydınlattığı yolu takip ederken aynı yolda Zeyd bin Haris, Hazreti Ali ve Hazreti Ebû Bekir’in önünden ilerlediğini görür. Kendilerine “Siz ne zaman buraya geldiniz?” diye sorar. Onlar da “Şimdi” diye cevap verirler. Gördüğü bu rüyadan üç gün sonra Hazreti Ebû Bekir’in kendisine İslâmiyeti anlatması üzerine, kalbinde İslâmiyete karşı bir sevgi hasıl oldu. Bunun üzerine Hazreti Ebû Bekir onu Peygamberimize ( aleyhisselâm ) götürdü. Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) huzûrunda îmân edip, müslüman oldu.

Nesebi hem baba tarafından, hem de anne tarafından Peygamber efendimizle ( aleyhisselâm ) birleşir. Babası Mâlik bin Üheyb bin Abdi Menaf bin Zühre bin Kilâb-i Kureyşi’dir. Annesi, Zühreoğullarından Hamne binti Ebû Süfyân’dır. Annesi oğlunun müslüman olduğunu duyunca çok sinirlenip, Onu İslâm dininden döndürebilmek için çeşitli yollara müracaat etti. Oğlu Sa’d’ın kendisine karşı saygısını ve bağlılığını bildiğinden İslâm dîninden döndürebilmek için;

“Allah’ın, sana hısım ve akraba ile ilgilenmeyi, anne babaya dâima iyilik etmeyi emrettiğini söyleyen sen değilmisin?” der. Hazret-i Sa’d da “Evet” dedi. Bunun üzerine annesi asıl maksadını bildirmek için şöyle söyledi:

“Yâ Sa’d! Vallahi, sen Muhammed’in getirdiklerini inkâr etmedikçe, ben açlık ve susuzluktan helak oluncaya kadar ağzıma bir şey almayacağım. Sen de bu yüzden anne katili olarak insanlarca ayıplanacaksın.” O güne kadar annesinin her isteğine boyun eğmiş, bir dediğini iki etmemişti. Allahü teâlâ ve Resûlüne ( aleyhisselâm ) bütün kalbiyle inanmış ve bağlanmış olduğundan bu îmân kuvveti üstün geldi. Annesinin isteğini kabûl etmedi. Annesinin yiyip içmediğini ve bunda inat ettiğini görünce, şöyle dedi:

“Ey Anne, senin yüz canın olsa ve her birini İslâmiyeti bırakmam için versen, ben yine dînimden vaz geçmem. Artık ister ye, ister yeme.” Annesi Hazret-i Sa’d’ın dinine bağlılığını, imânındaki sebatını görünce şaşırdı, çaresiz kaldı. Yemeye ve içmeye tekrar başladı.

Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri ile annesi arasında geçen bu hâdiseden sonra Allahü teâlâ evladın anne ve babaya hangi hallerde tâbi olacağını, hangi hallerde tâbi olmayacağını bildiren Ankebût sûresi, sekizinci âyet-i kerîmesini göndererek; “Biz insana, ana ve babasına iyilikte bulunmasını tavsiye ettik. Bununla beraber, hakkında bilgi sahibi olmadığın (ilah tanımadığın) bir şeyi bana ortak koşmak için sana emrederlerse, artık onlara (bu husûsta) itaat etme! Dönüşünüz ancak banadır. Ben de yaptığınızı (amellerinizin karşılığını) size vereceğim” buyurdu.

Sa’d bin Ebî Vakkas, Eshâb-ı kiram arasında en cesur ve kahraman olanlardandır. Şecaatta (cesârette), düşmana karşı şiddette en ileri Eshâb-ı kiram arasında Hazreti Ömer, Hazreti Ali, Hazreti Zübeyr bin Avvam ve Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleriydi.

İslâmiyetin, ilk yıllarında müslümanlar müşriklerden çok eza ve cefâ görüyorlardı. Hazret-i Sa’d da çok eziyet çekmişti. Eshâb-ı kiram ibâdetlerini serbestçe yapamıyorlardı. Hazret-i Sa’d ilk müslüman olan Sahâbîlerden birkaçı ile beraber, Mekke’de Ebû Düb denilen bir vadide namaz kılmakta idiler. Müşriklerin ileri gelenlerinden Ebû Süfyân, birkaç müşrikle beraber yanlarına gelerek onların namazlarıyla alay etmeye ve kötülemeye başladılar. (Ebû Süfyân, o sırada henüz müslüman olmamıştı). Bunun üzerine birbirlerine girdiler. Hazret-i Sa’d, eline geçirdiği bir deve kemiğiyle bir müşriğin başını yardı. Bunu gören diğer müşrikler korkuya kapılıp kaçtılar. Böylece Hazret-i Sa’d, Allah yolunda, ilk kâfir kanı döken Sahâbîoldu.

Hazret-i Sa’d bütün gazâlarda ve bir çok seriyelerde bulundu. Savaşlarda çok kahramanlıklar gösterdi. Mekkeli müslümanların üç bayrağı bulunuyordu. Bunlardan biri kendisine verilmiş, müslümanların bayraktarlığını yapmıştır. Bedir Harbinde, büyük kahramanlık göstermiş, düşman tarafında bulunan, müşriklerin en başta gelen kumandanı ve en azılı din düşmanlarından olan Sa’d bin el-As’ı öldürmüştür. Uhud Harbinde de, müslümanların sıkışık durumlarında büyük bir metanetle çarpışmış, Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) yanından hiç ayrılmayıp, düşmana karşı savaşmıştır. Hazret-i Sa’d ok atmakta çok maharetliydi. Her attığı ok isâbet ediyordu. İslâmiyette, Allah yolunda ilk ok atan Sahâbî olup, okçuların (kemankeşlerin) reîsiydi. Uhud Harbinde, 1000’den fazla ok attı. Peygamberimiz tarafından, büyük iltifâtlara ve duâlara mazhar oldu. Peygamberimiz ok atarken Ona, “At yâ Sa’d! Anam, babam sana feda olsun!” diye duâ etmiş, her ok atışında “İlahî bu senin okundur. Atışını doğrult.” “Allahım sana duâ ettiğinde Sa’d’ın duâsını kabûl eyle” diye duâ etmiştir.

Peygamber efendimiz, ( aleyhisselâm ) hayatında “Anam, babam sana feda olsun” diye sadece Hazret-i Sa’d için duâ etmiş, bunun dışında hiçbir kimseye böyle duâ etmediğini Hazreti Ali bildirmiştir.

Hazret-i Âişe ( radıyallahü anha ) anlatır: Resûlullah ( aleyhisselâm ) gazvelerin birinde, geceleyin Medine’ye dönüp geldiğinde “Ne olurdu, sâlih bir kimse beni korumağı üzerine alsaydı!”buyurdu. Birden bir silâh sesi duyduk. “Bu kimdir?” buyurdu. “Benim, Sa’d bin Ebî Vakkas” dedi. Peygamberiniz “Seni buraya hangi şey getirdi” Ya’ni buraya niçin geldin? buyurdu. Hazret-i Sa’d: “İçimden bir ses Resûlullah yalnızdır, korkarım ki, din düşmanları ona bir sıkıntı ve eziyet verirler dedi. Bunun için O’nu korumağa ve hizmetine geldim.” Bunun üzerine Resûlullah ona duâ etti ve uyudu.

Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri, bir çok birliklere de kumandanlık etmiştir. Peygamberimiz zamanında Hicaz’da, el-Harrar mevkiine gönderilen seriyyeye kumandanlık yapmıştır. Medine şehrinin emniyetinin sağlanmasında önemli görevlerde bulunmuş, Resûlullah efendimizle ( aleyhisselâm ) Buvat Seferine katılmış, bu seferde Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) sancağını taşımıştır. Hudeybiye antlaşmasında bulunmuş, şahid olarak anlaşmayı imza etmiştir. Hazreti Ebû Bekir, halife seçilince ilk bîat edenler arasında olmuştur.

Hazret-i Ömer zamanında, Hevazin bölgesine zekât toplamak için gönderilmişti. Bu sırada İran taraflarındaki olaylar büyüyünce, hem bu olayları önlemek, hem de düşmana bir ders vermek için bir İslâm Ordusu hazırlandı. Bu ordunun başına kimin geçirilmesi gerektiği yapılan şûrada görüşüldü. Bazıları bizzat bu ordunun başına kumandan olarak Halife Hazreti Ömer’in getirilmesini istiyorlardı. Bir kısmı da bunun çeşitli sebeplerle uygun olmayacağını, başka birisinin kumandanlığa getirilmesini istiyordu. Bu sırada Sa’d bin Ebî Vakkas hazretlerinin Hevazinden mektûbu geldi. Sa’d bin Ebî Vakkas’ın ( radıyallahü anh ) ismini duyan Eshâb-ı kiramın hepsi ittifâkla Hazret-i Ömer’e: “İşte aradığın kimseyi buldun” dediler. Bunun üzerine Hazret-i Ömer, Sa’d bin Ebî Vakkas’ı ( radıyallahü anh ) Medine’ye çağırarak, O’nu İslâm ordularına başkumandan tâyin etti. O’na: Ey Sa’d! Sana Resûlullahın dayısı ve eshâbı dediklerine bakıp da gurûrlanma. Allahü teâlâ kötülüğü ancak iyilik ile yok eder.

Allah ile kul arasında kulluktan başka bir bağ yoktur. Allah onların Rabbi, onlar da, Onun kullarıdır. Fakat ölürken ki son durumları ve bu son nefeste ettikleri son sözleri bakımından birbirlerinden üstün olurlar. Ancak kullukla Allah katında karşılık bulur, sevâb kazanırlar. Bak Allah’ın Resûlü ne yapıyor idiyse sen de öyle yap ve sabrı elden bırakma.” dedi. Hazreti Ömer bu şekilde nasîhat ettikten sonra Sa’d bin Ebî Vakkas ( radıyallahü anh )’ın emrine dörtbin asker verdi. Hazreti Sa’d bu askerlerle Medine’den çıktı. İran topraklarında bulunan İslâm askerleri ile birleşerek meşhûr Kadisiye Meydan Muharebesi’ni kazandı.

Kadisiye Muharebesi; İslâm Ordusu ile İran Ordusu arasında oldu. İslâm Ordusuna Sa’d bin Ebî Vakkas ( radıyallahü anh ), İran Ordusuna da Rüstem kumanda ediyordu, İslâm Ordusu, Fırat nehrinin bir kolu olan Atîk nehrinin Kadisiye denilen yerinde ordugâh kurdu. Harpden önce İran’ın başşehri Medayine elçiler gönderildi. İran Kisrası Yezd-i Cürd ile görüştüler, İranlıları İslama davet ettiler. “Ya müslüman olursunuz, ya cizye verirsiniz veya harp edersiniz” diye şart ileri sürdüler. İran Kisrası buna sinirlenerek “Eğer benden önce elçi öldüren bir melik olsaydı, ben ikincisi olup, sizi öldürürdüm” dedikten sonra bir miktar toprak getirtti. “Bende sizin için başka şey yok. En büyüğünüz kimse bunu yüklensin de reîsinize götürsün ve biliniz ki, cümlenizi Kadisiye hendeğine gömmek için Rüstem’i göndermek üzereyim.” dedi. Bunun üzerine elçiler arasında bulunan Âsım bir Amr kalkıp toprağı yüklendi, dışarı çıktılar. Arkadaşlarıyla beraber Hazret-i Sa’d’ın yanına döndüler ve “Yâ Sa’d müjde. Allahü teâlâ onların toprağını bize verdi” dediler. Eshâb-ı kiram verilen bu bir parça toprağın daha sonra İran toprağının tamamının verileceğine dair Allahü teâlânın bir müjdesi olduğuna inandılar.

İran Ordusu da gelip; Atîk nehri kıyısında ordugâh kurdu. 120 bin kişi olan İran Ordûsu’nun 30 bini zırhlı ve birbirinden ayrılmaması için zincirle bağlı idiler. Ayrıca İran Ordûsu’nun ön saflarına filler yerleştirilmişti. İslâm Ordusu ise 34 bin kişi idi. Hazret-i Sa’d, anlaşma ile işi halletmek istiyordu. Yine elçi göndererek kendilerine üç gün süre tanıdıklarını bu üç gün içinde ya müslüman olursunuz, ya cizye verirsiniz veya cenge hazır olursunuz diye haber gönderdi. Onlar üç gün içinde bunları kabûl etmediler. Dördüncü gün harp başladı. Harp başlamadan önce Hazret-i Sa’d askerlerine şöyle hitap etti: “Mevkilerinizde sebat ediniz, öğle namazından sonra ben dört tekbir alacağım. İlkinde siz de tekbir alırsınız, harbe hazır olursunuz, ikinci tekbirde, siz de tekbir alır silâhlanırsınız. Üçüncü tekbirde siz de tekbir alıp, askeri harp için coşturursunuz, dördüncü tekbirde düşman üzerine hücum ediniz ve “Lâ havle velâ kuvvete illâ billah” deyiniz.

İslâm askerleri, bildirilen emirle düşmana hücum ettiler. İran Ordusu beraberinde getirdikleri fillerle karşılık verdiler. İlk gün şiddetli çarpışmalar oldu. Sonraki günlerde İslâm Orduları uyguladıkları dahiyane taktiklerle İran Ordusu’nu bozguna uğrattılar, önce İran Ordusu komutanları öldürüldü. İran Ordûsu’nun baş komutanı Rüstem de öldürülünce ordu dağıldı. Kaçışmaya başladılar. Kaçmaya çalışanların çoğu da nehre düşerek boğuldu, kalanlar da esîr edildi. Bu harbde müslümanlar 2000 şehîd verdi. İranlıların tamamına yakını öldürüldü. Müslümanlar büyük bir zafer kazandılar. Daha sonra Hazreti Ömer’in emriyle Sâsâni Devleti’nin başşehri ve İran Kisrası’nın bulunduğu Medayin şehrine hareket edildi. İslâm askerinin Medayine hareket ettiğini İran Kisrası Yezd-i Cürd duyunca korkudan şehri terk etti. İslâm Ordusu Medayin şehrine kolayca girerek burayı fethetti. Sa’d bin Ebî Vakkas bu fethi şu mektûbla Halife-i Müslimîne bildirdi:

Rahmân ve Rahim olan Allahü teâlânın adıyla:

Irak vâlisi Sa’d bin Ebî Vakkas’tan, Mü’minlerin emiri Ömer-ül-Fârûk’a: “Allah’ın selâmı üzerine olsun. Kendisinden başka hak ma’bûd olmayan, eşi benzeri olmayan Allahü teâlâya hamd eder, O’nun habibi olan Muhammed aleyhisselâma salât ve selâm ederim. Allahü teâlâ, şeytana uyan bir kavme karşı bize zaferi ihsân etti. Gözün görmediği meydanlarda at koşturmayı nasîb etti. Allahü teâlâ bize ihsânı ile muâmele etti. Kisra’nın yurdunun büyük bir kısmını ele geçirdik Ordu kumandanlarının çoğunu öldürdük. Bu savaşta melekler onların yüzlerine ve arkalarına vuruyorlardı. Çünkü Allahü teâlâ îmân edenlerin yardımcısıdır. İmân etmeyenlerin yardımcısı yoktur. Yezd-i Cürd kaçtı. Kızı, esîr olarak ele geçirildi. Bundan sonra ne yapacağımız husûsunda, Medayin şehrinde emirlerinizi bekliyorum. Allahü teâlânın selâmı bütün müslümanların üzerine olsun.”

Hazreti Ömer, Sa’d bin Ebî Vakkas ( radıyallahü anh )’ın mektûbunu aldı. Medine’de bulunan Eshâb-ı kiram ile uzun uzun istişâre etti. Haşr sûresi 7, 8, 9, 10.’ncu âyetlerini delîl getirerek, arazinin eski sahiplerinde kalmasına ve araziye haraç vergisi konulmasına karar verildi. Bu kararı Hazreti Ömer şu mektûbla Sa’d bin Ebî Vakkas ( radıyallahü anh )’a bildirdi:

Mektûbunu aldık. Orada, bildirdiğine göre, gaziler senden, elde ettikleri ganîmetleri ve Allahü teâlânın fey olarak kendilerine ihsân ettiği malları kendileri arasında taksim etmeni istemişler. Benim mektûbum sana ulaşınca meseleye nazar et ve eğil. Mal, hayvan ve eşya olarak insanların sana celbettikleri ganîmetleri topla. Onları müslümanlardan hazır bulunanlara bölüştür. Arazi ve nehirleri işleyicilerine bırak ki, onlar bütün müslümanların atiyyelerine dahil olsun: Çünkü, eğer sen onları yani arazi ve nehirleri halen orada bulunanlara taksim edersen, onlardan sonra geleceklere bir şey kalmaz. Ben sana, karşılaştığın kimseleri, harpten önce İslama davet etmeni emretmiştim. Her kim muharebeden önce davetine icabet eder de müslüman olursa, o kimse müslümanlardan bir fert sayılır. Müslümanlar için yapılması lâzım olan hak ve vecibeler onun için de tahakkuk etmiştir. Onun da İslâmda bir hissesi (sehmi) vardır. Her kim harp ve hezimetten sonra İslâm davetine icabet, ederse o da müslümanlardan bir ferttir. Lâkin onun malı müslümanlarındır. Zira müslümanlar onun malını, o İslâm olmazdan önce elde etmişlerdir. İşte bu benim emrim ve sana yollanan ahdimdir.

Kadisiye Harbi ve Medayin’in fethinde büyük ganîmet elde edilmiş, Kisra’nın sarayları ve hazineleri müslümanların eline geçmişti.

Medayin şehrinin, havasının ve suyunun askerlere iyi gelmediğini anlayan Hazret-i Sa’d, Hazret-i Ömer’e durumu bildirdi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer, yeni bir şehir tesis edilmesini emretti. Hazreti Sa’d da Kûfe şehrini kurdu, Kûfe şehrinin ilk vâlisi tayin edildi.

Hazret-i Ömer, şehîd olmadan önce kendisinden sonra yerine geçecek halifeyi seçmek için altı kişilik bir şûra teşkil edilmesini vasıyyet etmişti. Bildirmiş olduğu altı kişiden biri de Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleriydi. Eğer Sa’d, halife seçilmezse ona bir vezirlik verilmesini de vasıyyet etmişti. Hazret-i Osman halife seçilince Hazret-i Ömer’in tavsiyesine uyarak, Hazret-i Sa’d-ı tekrar Kûfe vâliliğine tayin etti.

Hayatının sonlarına doğru, Medine’ye yakın Akik denilen yerde hastalandı ve orada 65 (m. 675) yılında vefât etti. Mübârek cesedi Medine-i Münevvere’ye götürüldü. Namazını Medine Vâlisi Mervan kıldırdı. Vasıyyetine uyularak Bedr Harbinde giymiş olduğu elbisesi ile defn edildi. Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri. Cennetle müjdelenen on sahâbîden (aşere-i mübeşşereden) en son vefât edendir.

Hazret-i Sa’d, heybetli, orta boyda, esmer tenli, cesur, sözü, özü doğru büyük bir zattı. Çok cömert olup, sadeliği severdi. Hazret-i Sa’d, Veda Haccı’ndan sonra hastalandığında, Peygamber Efendimiz kendisini ziyârete gelmişti. Sa’d hazretleri hastalığı şiddetlendiğinden duâ almak için Peygamberimize “Yâ Resûlallah siz Medine’ye döneceksiniz de ben burada ölüp dostlarımdan geriye mi kalacağım?” dedi. Peygamber efendimiz de “Hayır! Sen bizden geri kalamazsın! Burada kalır da Sâlih ameller işlersen, elbette onunla derecen artar, merteben yükselir. Umarım ki: Sen uzun zaman yaşayacaksın! Öyle ki, senden, bir takım kavimler faydalanacak, bir takımları da mahrûm kalacak” dedi ve “Ya Rab! Eshâbımın Mekke’den Medine’ye dönüşünü tamamla” diyerek duâ etti. Bunun üzerine iyileşti, şifâ buldu. Medine’ye döndü.

Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri, Peygamberimize annesi tarafından dayı olurdu. Bunun için Peygamberimiz ona “Bu benim dayımdır. Böyle bir dayısı olan varsa bana göstersin” diyerek iltifâtlarda bulunurdu.

Peygamber Efendimiz ( aleyhisselâm ) yine bir hadîs-i şerîflerinde “Ebû Bekir Cennettedir, Talha Cennettedir, Zübeyr Cennettedir, Abdurrahmân İbn-i Avf Cennettedir, Sa’d İbn-i Ebî Vakkas Cennettedir, Sa’îd İbni Zeyd Cennettedir.” buyurdu. Sa’d bin Ebî Vakkas’dan oğulları İbrâhîm, Âmir, Ömer, Muhammed, Mus’ab, Âişe-i Sıddîka, İbni Abbas, Osman Mehdî Alkame bin Kays, Ahnef bin Kays, Şureyh bin Hâni ( radıyallahü anh ) ve daha bir çokları hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir.

Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri 270 hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Rivâyet ettiği hadîs-i şerîflerden bazıları şunlardır:

Resûlullah ( aleyhisselâm ) her namazın ardından muhakkak şöyle duâ ederdi: “Allahım, korkaklıktan, cimrilikten sana sığınıyorum. Rezil bir hayata düşmekten, dünyânın ve kabrin imtihanından sana sığınıyorum.”

“Sizden kim hergün bin tane sevâb kazanmak isterse 100 defa tesbihte bulunsun. Böyle yaparsa bin sevâb kazandığı gibi, onun misli kadar günahını da Allahü teâlâ yok eder.”

Resûlullah ( aleyhisselâm ) Eshâb-ı kiram arasında kardeşlik tesis ettikleri zaman, Hazreti Aliyi kendine seçerek “Yâ Ali! Sen benim dünyâda da âhirette de kardeşimsin” buyururdu. Resûlullah’a ( aleyhisselâm ) bir köylü gelerek, benim söyleyebileceğim bir kelime öğret, dedi. Resûlullah efendimiz ( aleyhisselâm ), “Allah birdir, O’ndan başka hiç bir ilâh yoktur ve O’nun ortağı da yoktur. Allah her şeyden yücedir. Bütün hamdlerin hepsi Allah’a mahsûsdur. Âlemlerin Rabbi olan Allahın şanı ne yücedir. Günahtan kaçmaya kuvvet, ibâdet yapmaya kudret ancak azîz ve hâkim olan Allahın yardımı iledir de.” Köylü:

- Bunlar Rabbim içindir. Ya kendim için ne söyleyeyim? dedi. Resûl-i ekrem ( aleyhisselâm ):

“Allahım beni bağışla ve koru. Bana hidâyet ver ve rızıklandır, de” buyurdu.

“Her kim ihtiyâcından fazla bir suyu, muhtaç olanlardan esirgerse, Kıyâmet gününde Allahü teâlânın kerem ve ihsânına kavuşamaz.”

“Yâ Ali, Musa’nın yanında Hârûn nasıl idi, ise, sen de, benim yanımda öylesin. Yalnız şu fark var ki, benden sonra Peygamber gelmeyecektir.”

“Peygamber Efendimiz şöyle duâ edilmesini emrederdi: “Allahümme inni eûzü bike minel buhli ve eûzü bike minel cûbni ve eûzübike en urudde ila erzel-il-umrî ve eûzü bike min fitnet-id-dünyâ ya’nî fitnet-ed-deccâl ve eûzü bike min azâb-il-kabrî” (Yâ Rabbi! Cimrilikten, korkaklıktan, erzel-i ömür denilen ihtiyârlıktan, bunaklıktan, dünyâ fitnesinden yani deccâl’ın fitnesinden ve kabir azâbından sana sığınırım.)

“Müslümanın müslümanla üç günden fazla dargın durması helâl değildir.”

“Kim müezzinin okuduğu ezanı dinler de, tek ve ortağı olmayan Allahdan başka hiçbir ilâhın bulunmadığına, Muhammed aleyhisselâmın O’nun kulu ve Resûlü olduğuna şehâdet ederim, Rab olarak Allah’ı, Peygamber olarak Muhammed’i ( aleyhisselâm ) ve din olarak İslâmiyeti seçip, râzı oldum derse günahları bağışlanır.” “Kur’ân-ı kerîm okurken ağlayın; eğer ağlamazsanız, ağlamaya çalışın.” “Kişinin aile fertlerine harcadığı sadakadır. Kişiye ailesine yedirdiği lokmadan muhakkak sevâb verilir.” Duâsının kabûl edilmesi için duâ istendiğinde Peygamber Efendimiz ( aleyhisselâm ) “Duâ kabûl olmak için helâl lokma yiyin” buyurdu. Sa’d bin Ebî Vakkas ( radıyallahü anh ) Peygamberimizin ( aleyhisselâm ) duâsını aldığından her duâsı kabûl olurdu. Bunun için, müslümanlar O’nun duâsını almaya çalışırlardı. Düşmanlar da, her attığı ok isâbet ettiğinden, çok korkarlardı.

Ömrünün sonlarına doğru, gözleri görmez olmuştu. Bu halde iken Mekke’ye gelmişti. Mekke halkı etrâfına toplanıp, “Bana duâ et, bana duâ et deyince hepsine duâ ediyordu. Abdullah bin es-Sâib anlatır. “Ben genç idim. Bir ara O’na yaklaştım ve kendimi tanıtmağa çalıştım. Beni tanıdı ve “Sen Mekke’nin en iyi okurlarından birisin” dedi. Ben de “Evet” dedikten sonra bir ara: “Amca senin duân makbûl, herkese duâ edip duruyorsun, kendin için duâ etsen de gözlerin açılsa olmaz mı?” dedim. Sa’d gülümseyerek “Oğlum Allahü teâlânın benim hakkımdaki takdîri (gözümün görmemesi), gözümün görmesinden, daha güzeldir” buyurdu.

Sa’d bin Ebî Vakkas hazretleri buyurdu ki: Hayatımda üç gün ağladım. Bunlardan biri, Resûl-i ekrem’in ( aleyhisselâm ) vefât ettiği zaman, ikincisi Hazret-i Osman’ın şehîd edildiği zaman, üçüncüsü de Hakka sığınırken ağladım.”

Yine buyurdular ki: “Bir kimse gündüz hatim okursa, melekler ona akşama kadar duâ eder. Gece okursa sabaha kadar duâ eder.”
--------------------------------------------------------------------------
1) Müsned-i Ahmed bin Hanbel cild-4, sh. 168
2) El-A’lâm cild-3, sh. 87
3) Târîh-ül-hamîs cild-1, sh. 499
4) Tehzîb-ut-tehzîb cild-2, sh. 483
5) Hilyet-ül-evliyâ cild-1, sh. 92
6) Tabakât-ı İbn-i Sa’d cild-3, sh. 138
7) El-İsitâb cild-2, sh. 106
8) El-İsâbe cild-2, sh. 30
9) Müslim Bab-ı Fedâil-üs-sahâbe
10) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 550, 585, 926, 992, 1059
11) Herkese Lâzım Olan Îmân sh. 98
12) Kâmûs-ul-A’lâm cild-1, sh. 2570
13) Taberî cild-2, sh. 60, cild-3, sh. 293
14) Fütûh-ul-Büldan sh. 255
15) Üsûd-ül-gâbe cild-2, sh. 290
16) Sahîh-i Buhârî cild-4, sh. 212
17) Umdet-ül-Kârî cild-4, sh. 32
 
 
 
4.BİLGİ KAYNAĞI

KEREB-İ GAZİ HAZRETLERİ (AMR BİN MA'D-İ KERİB) 
ve 
YUSUF BASRİ HAZRETLERİ
 
Meşhur Kadisiye Muharebesi’nde de Kereb-i Gazi Hazretleri'nin bin kişiye bedel çarpıştığı belirtiliyor. Rivayete göre Kereb-i Gazi Hazretleri aynı zamanda bir oturuşta bir deve yiyormuş. Peygamber Efendimiz’in ve Hz. Ali'nin huzurunda Müslüman olduğu bilinen şair, hatip ve pehlivan olan Kereb-i Gazi Hazretleri’nin, Hz. Ömer tarafından da bin kişiye bedel olduğu anlatılmış. Kereb-i Gazi Hazretleri, hicretin kırkıncı senelerinde İstanbul'u fethetmeye giderken Çorum’da şehit olmuş.
 
Bayanlar için namaz kılma yeri
 
Kereb-i Gazi Hazretleri'nin türbesinde hemen sağ tarafında namaz kılma yeri bulunuyor. Neredeyse çoğu camide bayanlar için namaz kılma yeri yokken bu türbede bayanlar için namaz kılma yeri bulunuyor. Bayanlar için namaz kılma yeri olması bu türbeye ayrı bir özellik katıyor.
 
Yiğitliğin ve Kahramanlığın sembolü
 
Kereb-i Gazi Hazretleri, İslam tarihi kitaplarında yiğitlik ve kahramanlık sembolü olarak anlatılıyor. Kereb-i Gazi Hazretleri hakkında anlatılanlar nesilden nesile geçmiş ve Çorum'da halk arasında da ilahiler şeklinde söylenir hale gelmiş.
 
 
Merhum Eşref Hoca'da Kereb-i Gazi Hazretleri Hakkında ilahi yapmış. Kereb-i Gazi Hazretleri'nin bir savaşta meydana çıkarak savaş boyunca büyük kahramanlıklar göstermiş. İranlıların savaş alanına fillerle geldiği savaşta mücadele ettiği söyleniyor. Bu sırada Kereb-i Gazi'nin bir atın kuyruğundan tuttuğu ve at sahibinin korkup attan atlayıp kaçtığı söyleniyor. Bunun üzerine Kereb-i Gazi'nin ata binip yanındaki birkaç askerle İran Kumandanı Rüstem'e doğru hücum ettiği söyleniyor. Bu savaşın sonunda Kereb-i Gazi Hazretleri Müslümanlara büyük bir fayda sağlamış ve savaşı Müslümanlar kazanmış
 
Yusuf Bahri Hoca'nın türbesi de bulunuyor
 
Kereb-i Gazi türbesinin hemen yanında bulunan Yusuf Bahri Hoca'nın da türbesini birçok kişi ziyaret ediyor.
 
 
Anadolu velilerinden olup Vezirköprü'de doğan Yusuf Bahri Hoca'nın doğum tarihi belli değil. Babası, Vezirköprü Taceddin Paşa Camii İmamı Mehmet Efendi olduğu söyleniyor. Tahsil hayatına Samsun Sıbyan Mektebi’nde başlamış. Sonra Amasya'ya giderek, buradaki medresede müderrislerden ilim öğrendikten sonra birçok alimin sohbetlerinde bulunduğu anlatılıyor.
 
 
İlim tahsiline devam etmek için İstanbul'a giden Yusuf Bahri Hoca burada Erzincan Müftüsü ismiyle bir hocadan ders almış. Bir gün ders esnasında Yusuf Bahri Hoca bir konuda hocasına itirazda bulunmuş. Dersten çıkınca hocası, Yusuf Bahri Hocayı yanına çağırarak; "Benden nasibini aldın. Bundan sonra Mısır'da Şeyh Murtaza'dan ilim öğrenmeye devam edeceksin." demiş. Daha sonra Şeyh Murtaza Efendi’den ders alarak Çorum'a dönmüş. Çorum'a tamamen yerleşen Yusuf Bahri Hoca Seydimoğlu Ailesi’nden bir kızla evlenmiş. Çorum'da Süleyman Fevzi Paşa Medresesi'nde müderris olmuş. Medrese'nin kitaplığını üstlenen Yusuf Bahri Hoca 1828 yılında vefat etmiş. Daha sonra Süheyb-i Rumi türbesine defnedilmiş. Türbesi 1830 yılında Derviş Mehmet Paşa adlı bir zaat tarafından yaptırılmış.

Kaynak: http://www.corumhakimiyet.net/Detay/18930/Hidirlikin-incileri.Aspx#.Vj2-cHKhfIU
 
  SON BİR (1) YILIN TOPLAMI 31458 ziyaretçi kişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol